Atatürk'ün Suriye politikası!
Ebediyete göç edişinin 81. yıldönümünde, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ü sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anmak her Türk'ün birinci görevi sayılıyor.
Milletimiz dün de bu "ulvi" görevi yerine getirirken, Ata'yı anmanın hazzını, her yıl olduğu gibi duymuş bulunuyor.
Atatürk'ün, kahramanlıklar ve devrimlerle dolu hayat öyküsünde, daima başarılar üstüne başarılar sıralanıyor.
Atatürk, cesur ve süratli atakları, kararları ile "dış politika" alanlarında da bir "dahi" olduğunu ispatlıyor.
Nitekim, Neue Zürcher Zeitung gazetesinin 22 Kasım 1938 tarihli nüshasında, Atatürk'ün dış politikada ne kadar başarılı olduğunu en güzel şekilde yansıyor:
"Atatürk'ün cenaze töreni, onun son zaferi oldu.
Tabutunun önünde karşıtlarının hepsi sessiz kaldı.
Türk ve Alman askerleri, tabutunun arkasında bir sırada yürüdüler; bir diğer sırada Stalin ve Hitler'in temsilcileri yan yanaydılar; hem Cumhuriyetçiler hem de General Franco çelenk yollamışlardı.
Tabutunun önünde faşistler, demokratlar, komünistler eğildiler.
Her sınıfıyla birlikte olarak Türk halkı yakardı ve ağladı.
Zenginle fakir, yüksekle alçaklar arasında hiçbir fark yoktu.
Bugün Ankara'nın yaşamış olduğu, dünyanın hiçbir zaman görmediği bir törendi."
Zira, muhteşem bir geçmişe sahip bir İmparatorluk yıkılırken, yeni bir devletin ilk adımlarının atıldığı dönemde "dış politika" çok önem arz ediyor.
Atatürk'ün dış politikada amaçları; Tam bağımsızlık, Milli bir Devlet kurma, Batılılaşma ve mazlum milletlere örnek olmayla özetleniyor.
Büyük Önder'in, dış politikadaki ilkeleri ise "gerçekçilik" ile başlıyor, "hukuka bağlılık"la devam ediyor ve "yurtta barış cihanda barış" ile bitiyor.
Ancak, Atatürk'ün barışçılığının, tavizkar veya yatıştırmacı olmadığı kabul ediliyor. Zaten, Atatürk'ün gerçekçi yönü, böyle bir politika izlenmesini önlüyor.
Tunus'un eski Devlet Başkanlarından Habib Burgiba'nın Atatürk ile ilgili sözleri de tarihe geçiyor:
"Mustafa Kemal'in kişiliği, halk kitlelerinin ayaklanması ve halk mücadelelerinin ölçüsü olmuştur. Bu mücadeleler O'nun ölümünden sonra genişlemiştir. Doğu ve Batı blokları arasındaki üçüncü dünyaya da sirayet etmiş ve onu sömürge tahakkümünden kurtarmıştır"
Atatürk döneminde, Türkiye'nin uluslararası hukuka bağlılığını gösteren önemli bir örnek 1936'da, Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nin imzalanması sürecinde izlenen yol oluyor.
Lozan Antlaşması sonrasında, hâkimiyetimiz kısıtlanarak bize bırakılan Boğazlar, Rusya ve İngiltere arasında başarılı bir denge siyaseti izlenmesiyle Türkiye'nin oluyor.
Bu başarıyı, hukuki bir mücadeleyle elde etmek, Atatürk'ün barışçı yönünü de ortaya koyuyor.
Batı'ya dönük dış politikamız da Atatürk ile başlıyor:
Atatürk, Türkiye'nin uygar dünyadaki yerini alabilmesi için, Batılılaşması gerektiğine inanmış, Türkleri, bütün medeni milletlerin dostu olarak tarif ediyor. Rahatsız olmasına rağmen, Hatay'ın Türkiye'ye resmen bağlanması uğruna giriştiği "diplomasi" ve gösterdiği "metanet" büyük liderin, ne denli bir "Devlet adamı" olduğunu bir kez daha öne çıkarıyor.
Ne var ki, vefatının 81. yıldönümünde; bir yanda Suriye politikamız çöküyor diğer yanda yavru vatan Kıbrıs'ın Rumlara peşkeş çekilmesi için sinsi adımlar atılıyor.
Suriye ve dolaylarındaki toprakların, Orta Doğu'nun baş belası olacağını tahmin edenlerin başında Atatürk geliyor.
Gerçekten de "yakın dönemde" Suriye ve dolayları, zaten öteden beri sancılı olan bölgenin en "dehşetengiz" toprakları olmaktan bir türlü kendini kurtaramıyor.
24 Nisan 1920'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci ilk gizli celsesinde, Suriye Kralı Faysal hakkında bilgi veren Atatürk, İngilizlerin Suriye'yi Fransızlara terk ettikten sonra, onu Irak'a taşıdıklarını ve 22 ay sonra Arap devletinin parçalandığını vurguluyor.
Yıllar yılları kovalıyor ve Türkiye, başta ABD olmak üzere dünyanın sayılı devletleri tarafından "usul usul" yutulmak isteniyor.
Oysa, Atatürk'ün muhteşem direktifleri, bu devleti "payidar" bırakmaya yetiyor.