Atatürk’ü anarken; hatıralarım ve endişelerim...
19 Mayıs 2010’da Ankara’da Genelkurmay Başkanlığı’nda, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ himayesinde yapılan “Mustafa Kemal’i anma” panelinde yaptığım konuşmayı ana noktalarıyla bugün sizlerle paylaşmak
istiyorum:
Sizlere “Sevgili silah arkadaşlarım” diyorum, çünkü 1951’de, bundan yarım yüzyıl önce vatani görevimden ‘Kore kıdemiyle’galiba Üsteğmen rütbesiyle terhis olmuştum... Birkaç yıl sonra, askerlik şubeme yıllık yoklama için gittiğimde; “Çağdışı kaldınız... Bir daha zahmet etmeyin” dediklerinde sanki içimden bir şeyler koptu... Türk ordusundan fiilen ve resmen ayrılmıştım. Ama ben kendimi, hep ordumun bir parçası bildim ve hep öyle yaşadım. Her gerçek Türk gibi!...
Bu duygularla, bu vesileyle, bu mümtaz toplulukta, hayatımın son yıllarında, aynı imkanı bir daha bulamayacağım için, esas konu dışına çıkmak ve haddimi aşmak pahasına, müsaadelerinizle bazı kaygılarımı belirtmek istiyorum. Şu sırada ordumuzu, milli değerlerimizi yıpratmak, TSK’nın iç hizmet düzenini bozmak için dışarıdan ve içerden yapılmakta olan saldırılar ve mesela “bedelli askerlik” konusunun oy malzemesi yapılması, gençler tarafından adeta bir “müjde” olarak telakki edilmesi beni çok üzüyor.. Zira, geçmiş yıllarda Türk gençleri askere alınmazlarsa karalar bağlarlardı!
Türklerin, Ordu-Millet veya Millet-Ordu olmak gibi bir ayrıcalıkları var... Bu, başka milletlerde olmayan bir tılsımdır! Eğer bu “tılsımı” kaybedersek kolay
kolay geri alamayız!
İnsan Atatürk
Şimdi, hayatımın uzatmalarını oynarken “son istasyonumda” bana, çok sevdiğim asker ocağında, Sayın Başkomutanımın ve komutanlarımın huzurunda ve özellikle genç silah arkadaşlarıma, Atatürk’le ilgili anılarımı anlatmak onurunun verilmiş olması, inanın benim için birçok ödülden, Nobel Ödülü’nden çok daha değerlidir... Bu görevi yapmaya, asker kızı eşimle birlikte, kör topal olsak da, manen dimdik, koşarak geldik.
Mustafa Kemal’in askeri dehasını, devlet adamlığını, engin vizyonunu sizlere, yoklamalarda, Mustafa Kemal’in adı okununca, içtenlikle “Burada... İçimizde” diyenlere anlatmak ne haddime. Ben onu yakından görmüş, onunla konuşmuş bir kişi olarak, anılarımı, Mustafa Kemal’in insan taraflarını ve kişiliğini anlatmaya çalışacağım. Bazı sözde aydınlar, art ve ön yargılarıyla, “Hangi Atatürk” diye sorsalar da...
Mustafa Kemal Atatürk bütün dünyada bu yüzyılın dehası olarak tescil edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk her alanda, devlet adamlığında ve askerlikteki vizyonuyla, başarılarını kısa bir süreye, sadece 57 yıla sığdırmış, yüzyılın dehasıdır ve bir tek Atatürk vardır!.. Bizler, Atatürk döneminde yaşamış olan son kuşaktanız. Bir avuç kaldık. O’nun komutan ve devlet adamlığıyla birleşen “insan” taraflarını yeni kuşaklara anlatmamız, vatan borcumuzdur.
Onun döneminde yaşamış olmak bize Allah’ın lûtfudur. Ama bana ve eşime Allah’ın asıl lûtfu, onu yakından görmüş olmamız, onun bizimle konuşmasıdır!
Bu lûtfu bana, Ata’mızın sadık dostu Kılıç Ali’nın oğlu olmam ve Kurtuluş Savaşı’ndaki yaveri amcam Muzaffer Kılıç’ın yanında yetişmiş olmam bahşetti...
Aile reisimiz
Atatürk zaman zaman evimize geldiğinde beni, o güzel şivesiyle “Gel buraya çocuk” veya “Gel bakalım Demir” diye yanına çağırırdı... (Bana aile içinde Demir derlerdi) Bazen de beni ve kardeşlerimi tarihten imtihan eder ve de güreş tuttururdu... Bir defasında Büyükada’da, Anadolu Kulübü’ne geldiğinde oradaki çocukları güreş ettirdi. Ben güreşirken “Ha Demir ha” diye beni teşvik etmesi, hâlâ kulaklarımdadır! Tarihten imtihan ettiğinde “aferin”, doğru cevabı veremediğim zaman da “Olmadı
çocuk” demesi de...
Mavi gözlerinde, yıldırımı andırır bakışları vardı ama ondan korkmazdık. Bizi korkutmazdı! Çok yumuşak ve
sevecendi!
Atatürk, yalnız bir adam değildi... Çocuğu olmadığı için, aile ve çocuk hasretini yakınlarının çocuklarına gösterdiği ilgiyle giderirdi... Okul hayatımızı yakından takip ederdi! Babama hep, “Demir sınıfını geçti mi?.. İngilizce öğreniyor mu?..” diye sorarmış. Amcam ve babam da bana “Bizi Atatürk’e mahcup etme” diye uyarırlardı.
Atatürk tokadı
Yine, Florya’da bir yaz, ben 12 yaşımda iken Deniz Köşkü’nün altında, denizde yaramazlık yaptığım için ondan bir fiske yemiştim... Uzun yıllar bundan utandım, ama şimdi iftihar ediyorum; Atatürk’ten tokat yemiş kaç çocuk var?
Atatürk ailemızın reisi gibi idi. Gündüz ağabeyim, sonraki yıllarda futbola başlayınca, babam okulunu ihmal edecek diye Atatürk’e dert yanmış... O da “Bırak Kılıç, futbolcu olacaksa iyisi olsun, iyi bir sporcu olsun” demiş ve ağabeyim Gündüz Kılıç, 1936 Berlin Olimpiyatlarında milli üniformayla başarılı olunca, Atatürk ona kocaman bir aferin göndermiş!
Paha biçilmez anı
Benim Atatürk’le ilgili paha biçilmez bir hatıram var... 1937’de Hatay meselesi esnasında heyecanlandım ve bir şiir yazdım. Babam bunu “sofraya” götürmüş... Atatürk, kendi eli ve kalemiyle düzeltmiş, şiirimin altına da kocaman “Okay Demir Kılıç” yazmış... Yaveri Yüzbaşı Naşit Beyi evimize göndermiş, beni “sofraya” çağırıp aferin demek için! Ama Naşit Bey kıyamamış, beni uyandırmamış. Merhum Naşit Beyi hiç bağışlamadım; kıysaydı ya bana!
Atatürk küfür etmezdi, gaf yapmazdı... Öfkesine hakim olurdu. Ağzını kesinlikle hiç bozmamıştı... En kızdığı zamanlarda, en fazla söylediği “maskara” veya “maskaralar” sözleriydi.
İnançlı bir Müslümandı
Mustafa Kemal’e dinsiz derler. Oysa o inançlı bir Müslümandı ama dini siyasete alet eden mürtecilere düşmandı. Ölümünden hemen evvel yüksek ateşle yanarken, büyük anama haber yollamış, gül sirkesi istemiş ve “Benim için bir Yasin okusun” diye rica etmiş!
Mustafa Kemal’in koruma ordusu, çelik yeleği, zırhlı otomobilleri yoktu... Yanında belki bir-iki “taharri memuru polis” koruma bulunurdu. Açık otomobille dolaşır, kendisini arkasından bir tek motosikletli polis takip ederdi... “Beni halkım korur” derdi ve bazen da korumaları atlatır, kaçamak yapardı. Bir defasında İstanbul’da, gene böyle yapmış, bir gece koruma polisini atlatmış, yakın arkadaşlarıyla dolaşmış. Ertesi gün İstanbul Polis Müdürü olan amcam Salih Kılıç’a, “İstanbul Polis müdürü Cumhurbaşkanın gece nerede olduğunu bilmiyor” diye latife yollu çıkışmış.
Canları pahasına...
Onu asıl canları pahasına koruyanlar, yakın arkadaşlarıydı... Topal Osman olayında, Çankaya’dan istasyondaki çalışma odasına inerken (hemen söyleyeyim, bazılarının tezviratı gibi çarşaflı filan olarak değil) yanındaki yaveri Muzaffer’e “Silahın yanında mı?” diye sorunca, aldığı cevap “Önce canım var Paşam”
olmuş.
İstanbul’da bir akşam Park Otel’de arkadaşlarıyla yemekte... Birden elektrikler kontak yapıyor ve ışıklar sönüyor... Bana lokantanın şef garsonu Karabet Efendi anlattı. Manzara şu; babam ve üç arkadaşı, ortalık kararır kararmaz ellerinde tabancaları, vücutlarıyla Atatürk’e etten siper olmuşlar!
Atatürk padişahlık taslamadı ve hiç bir zaman halkını tebaası saymadı... Halifeliği reddetti... Hiç bir zaman “ben... benim...” demedi ve kendisini halkın bir ferdi bildi...
Atatürk, yabancı devletlerden, şeyhlerden ödül, nişan kabul etmedi, huzurlarına gitmedi; onlar Atatürk’ün huzuruna geldiler!
Ingiliz Hükümeti, Krallığın en büyük ödülü “Dizbağı” nişanını vermeyi teklif etmişti. O bunu kabul etmedi. Babam sorunca: “Kılıç, bu Dizbağı Nişanı sonra bize ayakbağı olur” demiş!
Amerikalı gazeteciye ders
Mustafa Kemal’le konuşan ilk gazetecilerden Amerikalı Dorothy Thompson yıllar sonra İstanbul’a geldiğinde bana ve rahmetli Abdi İpekçi’ye anlatmıştı... Gaziye sormuş “Size diktatör diyorlar?..” Mustafa Kemal gülerek “Eğer diktatör olsaydım bana bunu sorabilir miydiniz” demiş ve sonra eklemiş; “Ben milletime uygarlığı ve demokrasiyi dikte ediyorum”
Atatürk halkın arasına karışır, önlerinde içkisinı içer, dans eder ve zeybek oynardı.. Bir defasında halk onu sevgiyle kuşatmış. Babam kalabalığı yarmak için harekete geçince Atatürk, “Ne yapıyorsun Kılıç” diye kızmış! Babamın cevabı “Halkla temas ediyorum Paşam” olmuş.
Biz Atatürk hiç ölmeyecek sanırdık; ölünce yıkıldık! Evet, ne mutlu Türküm diyenlere ve de ne mutlu bizler gibi onu görmüş olanlara!. Son zamanlarda Atatürk’ü sık sık rüyamda görüyorum. Sanki bana bir şeyler söylüyor gibi! Ama bu ahval ve şeraitte maalesef, ben artık genç değilim!..
Babamdan öğüt
İstihkâm Yedek Subay Okulundan asteğmen çıkınca, Kore Savaşına gönüllü olmuştum... Babam “Ne işin var Kore’de?” değil, “Aferin, benim oğluma da bu yakışır” dedi. Antep, Maraş savaşlarında belinde taşıdığı toplu tabancayı bana verdi; “Al bunu, ama unutma, kılıfından ancak gerektiğimde çıkar, görevini yapmadan da kılıfına sokma” dedi.
New York’ta, görevde iken ASALA’nın tehditlerine, sonra da Türkiye’de PKK tehditlerine maruz kaldım. Artık tabanca taşımıyorum... Ama kalemim - bilgisayarım var. Bunları Atatürk Cumhuriyetini korumak ve ordum için kullanıyorum ve ölene kadar da, aklım yerinde oldukça - ellerim tuttukça - görevimi sonuna kadar yapacağım...
Sizlere namusum üzerine söz veriyorum.
Arz ederim!