Zora talip olmak
Siyâsette iki tür marjinallikten söz edilir. Birincisi, fikirlerinizin, programlarınızın, vaatlerinizin, kurgularınızın toplumda hiçbir karşılığı yoktur, TKP/TİP ve benzerleri bu grubun ülkemizde tipik örnekleridir. Hemen bütün dünyayı kasıp kavuran sosyalizm bizim ülkemizde bir karşılık bulamamıştır, bunun nedeni yalnızca sosyalizmin kendisi değil, temsilcileri ve ülkemizin köklü devlet gelenekleridir, teferruâtı uzun ve başka bir yazının konusudur.
İkinci tür marjinallik de, fikirlerinizin, programlarınızın, vaatlerinizin, kurgularınızın toplumda oldukça geniş bir zemini, karşılığı vardır, tarihi hâdiseler sizi haklı çıkarır, lâkin gelin görün ki, kadrolarınız bu fikirleri ve değerleri, programları, kurguları, projeksiyonları taşıyacak kadrolar değildir. Vitrininizde veya idârî mevkilerinizde bir kaht-ı ricâl söz konusudur, bu da ikinci tür siyâsî marjinalliktir. Bunun en tipik örneğini de son on yılın MHP’si oluşturur. MHP’nin zaman zaman marjinal bir parti potansiyelinin üzerinde oy alması, teorik olarak bu kategoriden çıkarılmasına kifâyet etmez.
Türk siyâsetinin ana damarlarından birisi olan Türk milliyetçiliğinin, kırk yıldır sâhip çıktığı değerler bu ülkenin öyle tartışılmaz değerleridir ki ve o mücâdelenin gençlik kadroları o değerlere o kadar bağlıdırlar ki, genel olarak felsefî olarak bir ehliyet ve liyâkat bahsinin açılması mümkün değildir...
Fakat, aktif siyâset/politika bütün bunların ötesinde bir şeydir..
Simon Kuper’in “Futbol asla yalnızca futbol değildir” kitabında yazdıklarına benzer bir tespit burada da câridir;
“Politika asla yalnızca politika değildir”. Bu kadar yıl insan yetiştirmiş, bu kadar yıl kadro yetiştirmiş, bu kadar yıl bürokrasinin en kılcal damarlarına kadar işlemiş, bu kadar yıl boyunca vakıf, dernek, üniversite, parti ve STK’ların kadroları arasında bir veya bir kaç yöneticisi bulunan bir hareketin, yakın tarihin bu kadar haklı çıkardığı, ülkenin siyâsî konjonktürünün kendisine bu kadar geniş bir zemin oluşturduğu bir hareketin neden ve nasıl olup da siyâseten bu kadar güdük kaldığı ve en az bu kadar önemli olan, kendisine yönelik eleştirilere, hakâretlere, operasyonlara nasıl bu kadar açık hâle geldiği sorusu, halen muâllak taşı gibi havada asılı cevap beklemektedir.
Aslında belki de cevabı herkes biliyor gâlip olan his, bir çözümsüzlük hissi, ‘bu işler böyle gelmiş böyle gider’ hissiyâtı.
Bu hareketin dişlileri insan öğütüyor. Değirmeni içe doğru değil, dışa doğru dönüyor ve içindekini dışa fırlatıyor, bazen kusuyor. Batan geminin malları değil bunlar, yalnızca dümencileri beceriksiz, ehliyetsiz, liyâkatsiz. Bir zamanlar radyolarda oşinografi dairesinin bildirdiği serseri mayınlar gibi denizin ortasında dolaşan rotasız gemiden sahillere vuranlar, eğer hâlâ nefes alıyorlarsa, bir ateş yakıyorlar ve kaptanı ve belirli bir rotası olan bir başka gemiye binip, gidecekleri yere gidiyorlar...
Garip olan, bu beceriksiz, ehliyetsiz ve liyâkatsiz kaptanı ve rotasızlığıyla geminin hâlâ yeni yolcular bulabilmesi.
“Eski kaptan öldü, yaşasın yeni kaptan” demekle denize açılınamıyor. Gemi su alıyor, dalgalara direnci kalmamış, pasaparolası şaşmış, pruva istikâmeti belirsiz. Yalnızca kaptan değil, geminin tüm kadrolarının görünür olması ve güven vermesi gerekiyor.
Bırakınız açık denizlere yol almayı, bırakınız dalgalarla boğuşmayı, iskeleden bile atlama cesâretini gösterememek, su boyu geçecek diye endişe etmek, ayakların illâ ki zemine basacak olması ve buna bağlı bir itimat hissi, denizlere açılmaktan ve risk almaktansa gemide delikler açmak, delenleri görmezden gelmek...
Ya böyle yapmak ya da “vira bismillah” deyip açılmak denizlere...
Bedeli çok ağır ödenmiş bir geçmiş için ve gelecek nesiller adına, milletimizin ve ülkemizin geleceği adına, bir kararlı yürüyüş için, “Bismillah” demek...
***
Bosna’da oluk oluk kanın aktığı günlerdir. Şehir bombardıman ve keskin nişancıların ateşleri altındadır. Yerde yatmakta olan bir kadın, Aliya’nın sokakta yürüdüğünü ve bombardımandan kaçınmadığını görünce:
“Başkanım, top mermileri düşüyor ve siz hâlâ yürüyorsunuz, yere yatın!” der.
Aliya’nın cevabı çok nettir:
“Bu üzerinde çok düşünülmüş ve planlanmış uzun bir yürüyüştür...”.
Başlar mı, başlarsa nereden başlar bu yürüyüş acaba?
Başlar mı bilinmez, fakat âhirete yürüyüş başladı, hayatımızda dünler ve evvel giden ahbap çoğalıyor, yarınlar azalıyor...
Son düzlükteyiz...
Servet Avcı’nın, “Haklı çıkmak neden yetmiyor?” başlıklı yazısında, bir ser-levha hükmünde, “‘Tarih’verdi ama ‘tâlih’ vermedi ülkücü hareketin hakkını” hayıflanmasındaki tâlihin elinden o hakkı almak mümkün mü? Zor.. Ama neden olmasın?
Ülkücülük, zora tâlip olmak değil midir
zaten?