Zirvelerde dolaşıyordu, zirvelerde kaldı!
Ayakların altından vatanın çekildiği yıllardı. Rüzgâr sert esiyordu. Göz gözü görmüyordu: Bir millet en fırtınalı, puslu ve karanlık yılların yaşıyordu. Ülkenin ufkunu kızıl bir heyyula kaplamıştı. İstiklal Marşı yer yer susmuş, onun yerini Enternasyonal Marşı almıştı. Marx, Lenin ve Stalin resimli afişler; orak çekiçli bayraklar toplantıların hâkim figürüydü. Gençlik gırtlak gırtlağa, boğaz boğaza bir mücadele içine girmişti. Evlatlar kana bulanıyor, analar da ağlıyordu. Zor günlerdi o günler.
Vatan tehlikedeydi. İnsanlar sevdalarını yaşamıyor, erteliyordu. O zamanlar davaların sevda; sevdaların da dava edildiği yıllardı. İşte o günlerde dik başlı, mağrur ve kimliği olan bir neslin önünde yanık yüzlü bir Anadolu evladı olarak Muhsin Yazıcıoğlu ortaya çıkmıştı... O, Ülkü Ocakları’na Genel Başkan olduğu günlerde: “Eğer görevimi layıkıyla yerine getiremezsem Allah (cc) burada hemen şimdi canımı alsın!” demişti. Başını bir davaya adamıştı. Daha o zamanlar ülkücü gençliğin yüreğinde genel başkan olmanın da ötesinde bir başka yer işgal ediyordu: Bir anlam, azim, kararlılık ve duruş.
Bir inanç, değer, direniş ve yiğitlik sembolü olarak inandığı gibi yaşıyor, yaşadığı gibi de inanıyordu. Kendisine güvenenlerin itimadını hiçbir zaman sarsmamıştı. Arkasına bakmamayı, arkada da bırakmamayı yaşamında tek ölçüt olarak almıştı. Yeri geldi: Bayraklara sarılı tabutlar indirdi mezarlara, yeri geldi kürsülerde meydan okudu kalabalıklara. Yokluğa yoksulluğa, haksızlığa ve zulme baş kaldırdı. Dik yaşadı, dik durdu.
12 Eylül sonrası!
Gün geldi; gün döndü: Önce Sivas’a, sonra Ankara’ya, sonuçta da Türkiye’ye sığmayan bu yürek, diğer dava arkadaşlarıyla birlikte 12 Eylül’de iki buçuk metrekarelik bir hücreye tıkıldı. Ömrünün yedi buçuk yılını Mamak’ın güneş görmeyen hücrelerinde, kasvetli ve soğuk koğuşlarında üşüyerek geçirdi. Bir arada olmak istediği insanlardan uzak, bir arada bulunmak istemediği insanlarla da yan yana!.. Sonuçta zaman zulmü yendi. Yazıcıoğlu özgür kaldı.
12 Eylül sonrasında o da sararmış hatıraları ve donmuş değerleriyle her şeyi geride bıraktı. Siyaset idealizm kaldırmazdı. Kaldırmadı da... Muhsin Yazıcıoğlu da bu süreçten kendisini muaf tutmadı. Önce tahliye edildi. Sonra da kendisini tahliye etti. Ülkücülüğün başka bir şey, siyasetin ise bambaşka bir şey olduğunu öğrendi. Ülkücü kalarak siyaset yapmaya çalıştı, ancak olmadı. Sistemle anlaşmaya yanaşmadı. Her şeye rağmen durmadı, donmadı ve dönmedi. Hep öndeydi, zirvelerde yapayalnız dolaştı durdu. İdealleriyle dimdik ayakta kalmaya çalıştı. Zor adamdı, zorlu adamdı. Ancak bir gün hiç bilmediği ve binmediği bir araca bindi. O yine sımsıkı bir yerlere tutunmuş yerinde duruyordu. Bindiği araç fırtınalar arasında dönüp duruyordu. Dönek olmayan insanların dönen araçlara binmesinin bir mantığı da yoktu. Neyse o da ayrı bir konu. Sonunda bu dönen araç o direnen adamı zirvelerin zirvesine çekti. O zirve yine 12 Eylül öncesinin Türkiye’si gibi puslu, karlı, fırtınalı, soğuk ve göz gözü görmez bir haldeydi. Fırtınanın çocuğu fırtınayla ruhunu harmanlayıp kayboldu.