Zavallı kadın başına gelenlerin farkında değil

Ondan “porno lordlarını yenen gazeteci” diye bahsediyorlar. Adı Lydia Cacho. Meksikalı. Meslek hayatının neredeyse tamamını pedofiliyle mücadele ve kadın hakları savunuculuğuna adadı.
Ve geçtiğimiz hafta Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü aldı; Ahmet Altan’la birlikte.
Ödül töreninde “kendimi çok onore edilmiş hissediyorum” dediğini duyduğumda kuşkulanmıştım:
Ödülü paylaştığı Ahmet Altan’ı tanımıyor olmalı!
Hemen her fırsatta çocuk istismarını, pornoyu, kadınların hayat kadını olarak çalıştırılmasını, şiddeti, cinsel istismarı “çok ürkütücü” bulduğunu söyleyen bu kadının dün Taraf’a röportaj verdiğini görünce kuşkuya lüzum kalmadı, Cacho, Altan hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyor olmalıydı.
Yoksa, röportajında fuhuşu normal sayan editörlere çatan bu kadın, kadınları potansiyel birer fahişe olarak algıladığını saklamayan genel yayın yöçnetmeninin gazetesine konuk olur muydu?
Yahut Altan’ın sado-mazohist eğilimleri, enseseti savunduğunu, “vahşete yakınlığını” itiraf ettiğini bilseydi, ödülünü onunla paylaşmayı “onur” sayar mıydı? Amansız bir feminist olan Cacho, gazetesinde çalışan kadınlardan “karı” diye bahseden Altan’la aynı sahnede...
Ödül mü, ceza mı?


Okuyucuya etrak-ı bi idrak muamelesi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin Kızılcahamam’daki kampı sonrasında yaptığı basın toplantısında, MİT-PKK görüşmesini değerlendirirken;
“Türk tarihinin gördüğü en büyük rezalet” dedi...
“Hıyanet buluşması” dedi... “Kepazelik” dedi... “İhanet” dedi... “Melanet” dedi... “Arsızlık” dedi... “Nimet bilmezlik” dedi...
Bu görüşme için Hakan Fidan’ı görevlendiren zat-ı muhtereme atfen; “Yalan abidesi” dedi... “Mondrosçu” dedi... “Şerefsiz, müfteri, yalancı, inkârcı, ikiyüzlü...” ithamlarını iade etti...
Gazeteci milletine böylesine “manşet yağdıran” bir açıklamanın ertesinde, o açıklamayla ilgili şöyle bir başlık gördüm gazetelerden birinde: “Kuran kurslarında yaş sınırının kaldırılması hayırlı bir adım...”
Bilmiyordum, bir de bunu demiş Bahçeli!

***


Yaptığı açıklama metninde böyle bir ifade yok. Belli ki, bir soru üzerine söyledi...
Ve belli ki, “iktidarı yerin dibine sokup sokup çıkaran” açıklama metninden kendisine ekmek çıkmayacağını anlayan “çaresiz iktidar yandaşları” da, “can simidi” dedi ve bu cevabı başlığa çekti.
Malum, sadece “cilalama”, “yıkama-yağlama”, “takla atma” mefhumları üzerinde çalışmıyor yandaş medya. “Ambargo”, “karartma”, “perdeleme” işlevi de görüyorlar aynı anda...
Bir tarafı parlatırken, diğer tarafı söndürebilen haber, en iyi haber efendilerinin gözünde...
De... Ne oldu şimdi?
Birçok televizyon kanalının tekrar tekrar verdiği, birçok gazetenin birinci sayfada değerlendirdiği, birçok internet sitesinin birkaç dakika içinde milyonlara servis ettiği o sözler gizlenmiş mi oldu yani!
Yoksa bu gazete, bu haberi yapan (Baktım bir de Parlamento Muhabirleri Derneği üyesiymiş artık. TBMM’den aktardığı haberler de böyleyse, vah ki vah okuyucusunun haline...) arkadaş kocaman bir çizik daha mı yedi “gazetecilik”lerinin üzerine?

***


Hoş herkesin yayın politikası farklı. Tutup da, “Haberin niye orasını değil de, burasını gördün” diye sorgulayacak halimiz yok kimseyi...
Ama adam gibi “benim gazetemin misyonu bu, senin haberini de yapmıyorum kardeşim var mı ötesi” demek yerine, böyle milletin zekâsıyla dalga geçerek psikolojik operasyonculuk oynamaya çalışan akıldaneler yok mu!
Hani sözüm ona her haberi görüyormuş gibi yapıp da, haberin içini boşaltarak görünmez hale getirenler!
İşte onlar “dolaylı” yoldan vermeye çalıştıkları mesajlara dolanınca, okuru kandırdıkları düşünürken kandırdıkları aslında kendileri olunca pek gülünç oluyorlar...

***


Bunlar tenkit değil, uyarı...
Onlar duymuyorlar belki ama bakın nasıl çalıyor tehlike çanları. Çünkü “sırıtmaya” başladı yaptıkları...
Eskiden toplumsal algıyı ne yönde şekillendirmek istiyorlarsa, oraya doğru köprüler kurarlardı haberlerinin içinde ince ince... Satır aralarında çaktırmadan yaparlardı yapacaklarını...
Çaptan düştüler. Kandıramıyorlar, ikna edemiyolar.
Güldürmekten başka işe yaramıyor artık başlıkları, üslupları...
Velhasıl... Milleti etrak-ı bi idrak farz ederek yapılan yayıncılık bile kendilerinin etrak-ı bi idrak oluşunun itirafı değil mi?
Neticede gazetecilik de zekâ işi... Bir yerden sonra, ne kadar zorlarsan zorla “dev aynası”nın karşısında poz keserek olmuyor yani!


‘Bir kereden hiçbir şey olmaz’mış

“Taraf’a konuşan iyi haber alan kaynaklar(!)” a göre PKK-MİT görüşmesinisızdıran PKK’ymış. Bunu “kaset üzerinde yapılan oynamalar”dan anlamak mümkünmüş. Mesela “Hakan Fidan’ın, “Sayın Öcalan” ifadesi, belki bir kere kullanılmışken, metinde birkaç defa kullanılmış şekilde gösteriliyor”muş...
Özal da öyle diyordu zamanında:
“Anayasa’yı bir kere delmeyle bir şey olmaz!”
Kevgire dönünce anladık, neyin kaç kerede olduğunu!
Mesele Fidan’ın 40 bine yakın insanımızın ölümünden birinci derecede sorumlu olan terör örgütü başına “Sayın” deyip demediği mi, yoksa kaç kere dediği mi?
Fidan’ın “Sayın Öcalan” ları üç değil de bir ise mesela, daha mı az yakacak binlerce şehit ailesinin yüreğini... Veya daha mı az törpülemiş olacak “devlet otoritesi”ni...
Değilse, bu çaba niye... İşler iyiden iyiye sarpa sararsa, “sürç-i lisan” diye kıvırma payı kalsın diye mi!

Kafamı duvarlara vurmak istiyorum bu tür demeçleri gördüğümde... Yazıııkkk, Sayın Cumhurbaşkanımız da çok üzülmüş o fotoğrafa mı diyelim şimdi? Bu ülkeyi yönetenlerin işi “üzülmek” mi, yoksa toplumun “devletin/iktidarın uygulamalarından dolayı üzülmeyeceği” bir düzenin tesisi mi...


BASINDAN SEÇMELER


Bir tek Ahmet ile Nedim mi var

Seçmece duyarlılık

Ben de tıpkı Tuğçe Tatari gibi düşünüyorum:
Sadece “Ahmet ile Nedim” için gösterilen duyarlılık, çok ayrımcı bir duyarlılık.
Duyarlı insanlar, seçme yapmazlar. Ortada onca tutuklu gazeteci varken sadece “Ahmet ve Nedim” diye tutturmazlar.
Mesela Soner Yalçın var... Mesela Doğan Yurdakul var...
Kimse bana “İyi ama onlar kötü gazetecilik yaptılar” falan demesin, adamlar “kötü gazetecilik” suçundan yargılanmıyorlar ki.
Bu seçmece duyarlılık, bu ayrımcı yaklaşım beni, en az Ahmet’in, Nedim’in uğradığı haksızlık kadar rahatsız ediyor.
Ne yani? Ahmet ile Nedim serbest kalınca sorun bitecek mi?
İşte bu gerekçelerle dün Taksim’de yapılan “Ahmet ile Nedim” gösterisine katılmadım.
Ahmet Hakan / Hürriyet




Doktorlar yürür, hemşireler yürür, işçiler yürür, öğretmenler yürür, esnaf yürür, çiftçi yürür..
Sesini hem iktidara hem medyaya duyurmak için yürür..
Gazetecinin böyle bir ihtiyacı
yoktur..
Gazeteci yürümeye başladığı zaman bilin ki o ülkede problem vardır!..
Mehmet Tezkan / Milliyet




Tam bağımlı piyasasever ılımlı İslam federasyonu

Ömer Dinçer, biliyorsunuz, 1995’te Sivas’ta yaptığı bir konferansta, “Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin, laiklik, cumhuriyet, milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum” demiş bir devlet adamımızdır.
O dediklerini de bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nda uygulamaya koymuş, Bakanlık’ın görev tanımındaki “Atatürk inkılap ve ilkelerine bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen vatandaş yetiştirme” hedefini “kanun hükmünde kararname” ile kaldırmış bulunuyor.
O hedef yerine Ömer Dinçer, Bakanlık’ın görevleri arasına “öğrencileri, bedeni, zihni, ahlaki, manevi, sosyal ve kültürel nitelikler yönünden geliştirme, insan haklarına dayalı toplum yapısının ve küresel düzeyde rekabet gücüne sahip ekonomik sistemin gerektirdiği bilgi ve beceriyle donatmak” amacını yerleştirdi.
Bu hedefte “katılımcı ve adem-i merkezi” yapı “insan haklarına dayalı toplum yapısı” ifadesinde yerini buluyor. Kısacası, “milli ve laik eğitim” yerini, “etnik ve dinsel” yelpazeye bırakacak.
Eğitim hedefinde “milliyetçilik” kalkarken “küresel” denerek bugün dünyaya egemen kılınmış resmi ideoloji olarak “küreselleşme” başat konuma oturacak. Buna koşut olarak da, “sosyal devlet” ilkesi kalkarken “rekabet gücüne sahip ekonomik sistem” tanımıyla “piyasacılık” genç kuşaklara sunulacak tek tip ekonomi politik algı sistemi olacak.
Önümüzdeki somut gerçekliği iyi kavramak zorundayız:
Ömer Dinçer’in “motor gücünü yükseltip kaportayı hafiflettik” diye nitelendirdiği bu son çıkışı; çatısı atılmış, iç dekorasyonu tamamlanmakta olan “tam bağımlı piyasasever ılımlı İslam federasyonu” nun eğitim-öğretim ayağıdır.
Işık Kansu / Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları