Yüzde 58’in ilk zaferi(!)
Referandumla ülkemizi şereflendiren “ileri demokrasi”ye ilk kurbanı medya verdi. Yazarlar, Genel Yayın Yönetmeni, patronunun direnişi yetmedi; “büyük yerden” gelen emir gazeteci Bekir Coşkun’u işinden etti
“Selam verdiği 40 gün yaşamıyor...” takılmalarına muhatap olan musibet psikolojisiyle yazıyorum bu yazıyı...
Necati Doğru, Mine Kırıkkanat, Bekir Coşkun...
“Yeri Gelmişken” konuşsun diye kapısını çaldığımız kim varsa susturmayı deniyorlar birer birer...
Bir yönüyle içim huzur dolu; demek ki “doğru” adreslermiş her biri... Demek ki iktidarın istediği “oyun hamuru” kıvamını almamış, “çelik” gibiymiş iradeleri...
Ama bir yönüyle de huzursuzum işte;
“Bakalım sıra kimde?” demek istemesem de, sırada “biri var” biliyorum...
Tıpkı Bekir Coşkun’un Hürriyet’ten ayrılırken bildiği gibi:
“Birini asacaklar!”
Bizden mi, sizden mi, onlardan mı önemi yok...
Gazeteci mi, akademisyen mi,
siyasetçi mi...
Sonuçta, “Bir ormanda yangın çıkarsa, o ormanda hiçbir canlı kalmaz, bütün canlılar yanar. Ve Türkiye’de de bir orman yangını var...”
Okuyorsa; “yaaaa...” diyordur şimdi Bekir Coşkun...
Ben de bunu demedim mi size aylar boyunca!..
Dedin... Dedin demesine de...
Müterakeden kalma eski bir geleneği işte İstanbul basınının; yaranarak, yardakçılıkla, biat ederek, işbirliğine girerek, takla atarak, yağlayarak, cilalayarak, işgalci iskarpini öperek attığı manşetler kurtarır sanıyor onu yangın yerinden...
Sonra malum; bir alev, bir duman, bir köh köh, bir inilti, bir suskunluk, bir ceset -ise bulanmış-; aydınlığından eser yok, kapkara...
Sonra..
El-Faaaatiha!
Buyrun cenaze namazına...
* * *
Umutlu yanı şu ki; gazetecilik tabutu değil omuz verdiğimiz Bekir Coşkun’un, onurunu omuzluyoruz; bütün “elleri şu anda bir iktidarlının şakşakçılığında olmayan” meslektaşları...
Şaşkınlık yok üzerimizde; yine belliydi Çarşamba’nın gelişi...
On gündür yılan hikayesiydi;
“Hastalandı, rahatsızlandı, istifa etti, kovuldu, yazacak, yazmayacak...”
Fatih Altaylı’nın tebliği ile resmiyet kazanmış oldu:
Ve Bekir Coşkun Habertürk’ten kovuldu!
Birkaç saat içinde telefonunun şarjı bittiğine göre sevenleri, okurları, meslektaşları topluca aynı şeyi yapmış olmalı; “duyar duymaz telefona sarıldık” biz de...
Moral vermek için sanmayın haa...
Ne diyebilirdik?
“Yüzde 58’in ”ileri demokrasisi“ çıktığı sandığa gömüldü” mü mesela...
O müjde artık başka bahara!
Biz sesini duymak, böylece “dik; ve ayakta; ve kararlı...” olduğundan emin olmak istedik sadece...
Ayvalık’taydı...
Kimbilir, belki de Habertürk hakkında “Yazılarıma müdahale yok. Beni el üzerinde tutuyorlar. Benim yazılarım yüzünden sıkıntıya giriyorlar mı, girmiyorlar mı bilmiyorum ama, giriyorlarsa da, zorlanıyorlarsa da bana hissettirmiyorlar...” diye konuştuğu röportajı yaptığımız verandada konuşuyordu yine...
Daha kırkı çıkmamıştı “sevdim adamları” deyip, “Karadeniz delikanlısı” Turgay Ciner’i, “deli doludur ama kuyu kazmaz” dediği Fatih Altaylı’yı yere göğe koyamayışının...
“Nazar” diyecek oldum; acıdım halime. Ülkenin sürüklendiği karanlıktan bihabermiş gibi, ne de yakışırdı o “göbeğini kaşıyan adam” tavrı o konuşmaya...
Bir de “okuyup üflerdik” geçer, giderdi... İnsanlar “gık” diyemez olmuş, boğazına kadar “faşizm” e batmış toplum, yağmurlu havada suyu esirgeyeceklermiş “kendilerinden olmayanlardan”... Acıtmazdı...
* * *
Daha ilk günden teklifler yağmış; gazete, televizyon... Ne gam; “duvara da olsa yazarım” diyor o her zamanki gibi... Para mı?.. Hep kazanılır, yine kazanılır... Patronlar mı?.. Kırılmamış bile, “demek ki buraya kadar direnebildi” diyor sadece...
Bekir Coşkun’a durup durup “Çok yaraladılar beni” dedirten başka:
“Kişiliksizleştirmek istediler beni...” diyor. Yazamadığı, yazsa da yazılarının okunmadığı, etkisizleştiği yönündeki kara propagandaya bütün tepkisi...
Bekir Coşkun’dan önce eşi Andree’yle konuşmuştuk telefonda, “Bu olay Türkiye’nin nereye gittiğini gösteriyor” diye bütün olan biteni özetlemişti;
“İlk bertaraf ettikleri Bekir oldu...!”
Bir ileri demokrasi ülkesi düşünün ki;
Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, “Türkiye’nin en iyi yazarıdır” dediği Bekir Coşkun’un, gazetesine basamadığı yazısını televizyon ekranından okuyarak “veda” etmek zorunda kalıyor başyazarına...
“Üzülerek” kovuyor...
Ve böylece yüzde 58 ilk zaferini kazanıyor; ilk kurbanı medya veriyor... Yazarından patronuna kadar kimse alamıyor bir gazetecinin emeğini, ekmeğini bertarafçıların azgın pençelerinden...
Başbakan’ın iftarında amigoluk yapan “jöloğlan”ların yazdığı gazetelerin sütunları Bekir Coşkun’lara, Mine Kırıkkanat’lara, Necati Doğru’lara kapanıyor...
Belki o sütunlar Tuncay Özkan’lara, Mustafa Balbay’lara, Vedat Yenerer’lere kapatılırken yazmalıydı birileri bu satırları... Belki Coşkun’dan başka biri daha haykırmalıydı:
“Bu yangın devam ediyor, bu gidişle de ormandaki yangın gibi herkesi yakacak...”
* * *
Bugün, şimdi, artık...
Yüzde 42’ye düşen...
Bekir Coşkun’un okuruna düşen...
Memleketin aydınına düşen, korkmayanına, ruhu bağımsızlara düşen;
Su dökmek için geç kalmış olsalar bile ormanı yeniden yeşertmektir belki... Belki bir kırmızı gül bırakmaktır kapısına Bekir Coşkun’un; çiçek açtırmaktır yeniden demokrasiye...
Belki “Yalanla kirli havada / Güçlükle soluk alarak / Savunmak gerçeği çoğu kez / Yalnızlığı bilerek / Korkağı döneği suskunu / Görüp de öfkeyle dolarak...” zor olsa da; dediği gibi şairin*
“Yaşamak görevdir yangın yerinde!”
Ne dersiniz ha!..
* Ataol Behramoğlu
++++++
Koltuk numaran kaç arkadaşım
“Devlet”, Dünya Basketbol Şampiyonası’ndaki protestocuları arıyormuş! Görüntüler taranıyor... Koltuk numaraları aranıyor... Bilet sahiplerinin isimlerinin tespitine çalışılıyormuş.
* * *
Protesto, ağzımızdan düşürmediğimiz demokrasinin; ani, hızlı, patlayan “fast break” hücumlarından, en doğrudan
katılımlarından biridir.
“Bir şiir yüzünden” cezaevine düşenler; farklı sözün, farklı sesin, sesli öfkenin, şiddet dışı patlamanın kıymetini anlamayacaksa, demokrasiden ne anlayacak? Herkes Cumhurbaşkanı ya da Başbakan veya Orgeneral, ne bileyim patron, müdür gördüğünde ceketini ilikleyip hazır duruşa geçmek zorunda değil. “Vatandaş” cumhuriyet ve demokrasinin kağıt üstünde tanıdığı hakları ve kağıt üstünde kaldırdığı imtiyazları pekala ciddiye alabilir... Ve Cumhurbaşkanı’nın yaveri, Başbakan’ın özel kalemi, Paşa’nın posta eri gibi davranmayabilir!
* * *
Bülent Arınç referandumdan hemen sonra ne demişti: “Çok incindik, çok kırıldık, hakarete uğradık ama hiçbir zaman intikam peşinde değiliz.” İyi de, resim resim, kaset kaset, tezahürat tezahürat, koltuk koltuk, kimlik kimlik “seyirci” ayıklayan kim?
* * *
Bütün bunlar zihniyete dair. Tribünde seyirci, gazetede yazar, TV’de konuşmacı, partide itirazcı, sokakta aykırı ses kovalamamaya dair. Kendini “üstün” sayıp başkalarını güç ve zor yoluyla sindirmemeye dair. Yoks... Muhtemelen o protestocuların bazılarının siyasi kültüründe de, başka huzurlarda biat etmek, susmak, itirazsız kalmak, eleştiri veya protestoyu ayıp, utanmazlık, saygısızlık saymak var. Kimi işyerinde ya gık çıkaramıyor... Ya da güçlü ise, gıkını çıkartanı susturuyor. Kimi, mesela komutanları asla tartışılamaz sanıyor. Kimi başka toplumsal itirazlara küstahlık saçıyor, susturmak, bastırmak için tutuşuyor. Kiminin dünyasında farklı olana, farklı konuşana, farklı inanana zaten yer yok!
* * *
Tabii bu dünya slalom pisti. Kaypak kaymak herkese daha yakışıyor. Mangalda kül bırakmayacaksın ama bunun adı ilke olmayacak. Sen bağıracaksın ama öteki konuşmayacak. Öteki bağırırsa susturmak için yanıp tutuşacaksın. Herkesin kendi putları olacak. Başkasınınkini taşlarken kendi putuna sorgusuz tapacak. Öyle işte. Bir bakın hele; koltuk numaranız kaçmış?
* Umur Talu / Habertürk
++++++
Küçük Amerikalılar arafta kaldı
Türkiye Atatürk’ün ölümünden sonra, “Küçük Amerikalılık ile büyük Ortadoğululuk arasında zikzaklar çizmektedir”. Ancak zikzaklar çizilen bu zemin tam bir bataklıktır. Bölgedeki petrolü ve doğalgazı ellerinde tutmak isteyen küresel güçler, gerçek demokrasilerin kurulmasını şimdilik istemiyorlar.
Şahlık, şeyhlik, krallık, askeri dikta dahil her şey desteklenebiliyor, yeter ki demokrasi olmasın. 2002-2010 döneminde İngiliz hükümetlerinin ve parlamentosunun faaliyetlerini ve tartışmalarını izleyip meclis zabıtlarını okuduğumuz zaman, yukarıdaki değerlendirmenin kanıtlarıyla açık şekilde karşılaşıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar İran, Irak, Mısır, Pakistan ve Afganistan’ın başına gelenler, “bataklık zeminin doğal sonuçlarıdır”.
Bölgede kendini kısmen koruyabilmiş tek ülke Türkiye oldu. Buna rağmen bizim bile başımıza dört darbe geldi.
... Kısacası, katılımcı (yani örgütlü) demokrasi olmadan hiçbir şey olmaz; baskette ABD ile finali oynasak bile...
* Erol Manisalı / Cumhuriyet
++++++
Yandaşa yandaş demenin hükmü
Çok değil kısa bir süre öncesine kadar... Hükümet yanlısı yazarlara çizerlere, “Ama insan birazcık muhalif olur birader” denildiğinde...
Hemen yanıt gelirdi: “Elinde hiçbir güç bulunmayan sivil hükümete muhalif olmanın bir anlamı yoktur. Riski de yoktur... Muhalif olacaksan askere, derin devlete, yüksek yargıçlara, generallere muhalif olacaksın. Başbakan’a posta koymak kolay, sıkıysa Genelkurmay Başkanı’na posta koy bakalım.”
(...) Ama fakat lakin... Bir süredir roller değişti ülkemizde... Artık “Askere sonuna kadar çak/Asıl gücü elinde bulunduran hükümete gık bile deme” tavrı geçerli. Hükümet yanlısı yazarların, “Biz muhalefeti asıl güç odaklarına karşı yapıyoruz/hükümet güç odağı bile değil” şeklindeki mazeretleri ve gerekçelerinin bir gram bile geçerliliği kalmadı.
O halde... Hükümet erkânına olumsuz tek bir kelime bile etmeyen, edemeyen yazar ve çizer taifesine... Şöyle ağzımızı doldurarak... “Yandaş!” diye haykırmanın bize yükleyeceği ahlaki, vicdani ve insani hiçbir sorumluluk kalmamıştır.
* Ahmet Hakan / Hürriyet
++++++
Varlığın Vaşington’a armağan olsun
Can Ataklı’ya gelen bu okur mektubu, yeni “andımız”ın nasıl olacağına dair fikir verebilir galiba:
“Yaşasın, özgürlükçü Beyaz Devrimimiz!
Yaşasın, Kovboycu Yeni Osmanlılık İslam Demokratik Cumhuriyetimiz! Yaşasın, müstakbel Cumyarıbaşkan Eşkovboy Führer Padişahımız!
Türküm: Doğru muyum?
Yasam: Referandum bilir!
Ülküm: Normal vatandaşlıktan sivil darbeciliğe, oradan da ümmetçiliğe düşüp, geriye gitmektir!
Varlığım, Vaşington’a armağan olsun!
Ne mutlu, Kovboycu Türk-İslam senteziyim diyene!
Aamiiin, hamdolsun hallelujah!”
++++++
MİNİ YORUM
Adalet Bakanı öncülük etsin
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Yenişafak’a verdiği röportajda “Anayasa Değişikliği paketinin kabul edilmesinden sonra darbecilere yargı yolu açıldı. 12 Eylül mağdurları gibi 28 Şubat mağdurları da suç duyurusu yapabilirler” demiş. Çok rica ederim önden siz buyrun Sayın Ergin! İktidara gelene kadar “28 Şubat mağduru” gömleğini bir gün olsun üzerinden çıkardı mı partiniz? Ne duruyorsunuz Çevik Bir hakkındaki ilk suç duyurusunu siz yapın; öncü olun...