Yürüyün!..
Mum dibine ışık vermez dedikleri tam da böyle bir hadise olsa gerek.
10 yıllık arkadaşlık -ki 4 albüme tekabül ediyor-; sen “emeğe saygı” de onca kitap anlat, film anlat, oyun anlat burada... Hemen her Allah’ın günü aslen “adam”dan dahi saymadıklarının zırvalıkları üzerine binlerce laf tüket; ve fakat o güzelim eserleri tek satırla bile anma!
Atilla Yılmaz böyle beklenti içine girmez, gönül koymaz da, sıkıntı şu ki ben kendi kendime “yuh” dedim bu tablo karşısında!
Ayıp benim yaptığım valla...
Halbuki çıkardığı her albümde, tam zamanında, nasıl da güzel ifade etmişti içimizden geçirip de bir türlü dile dökemediklerimizi...
2000’lerin başıydı “Kan tutunca yağız yeri / Göğü dinle kin vaktidir” dedi; “azat”lık istedi...
Atsız’la “Selam” verdi, gidişimiz daha o günden gidiş değildi ya “Yolların Sonu”nu işaret etti.
Türkler “türkü” söylerdi; Hekimoğlu’nu, Hastane Önünde İncir Ağacı’nı çıkardı tozlu plaklardan, yeniden ses verdi.
“Kemikten taslarla şarap yerine / Şehitler kanını içenlere”ydi sözleri;
Ve memleketin yiğit evlatlarını yüreklendirdi:
“Vur Mehmedim haydi durma bela başına / Onlar acımadı senin öz gardaşına...”
Hele ki, afyonlanmış kalabalıklara, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun o muhteşem şiiriyle “Uyan” diye seslendiği o bir önceki albüm, ilaç gibiydi gafletimize;
“Er meydanlarından çekilir oldun
Çorak iklimlere ekilir oldun
Eğilmek bilmezdin bükülür oldun
Sürer mi bu gaflet daha kaç sene
Uyanıp kendine dönmeyi dene”
“Analar ağlamasın” diye perdelenirken yerde kalan kanı binlerce delikanlının; “toprağa düşen evlat”lar yerine “Oy anam, can anam, kurban anam / Duvar ol sen bana sırt ver” diye sığındı anaların boş kalan kucaklarına.
Ve şimdi, milletin kendini inkara zorlandığı, bayrağın gönderden indirildiğini de gördüğümüz şu günlerde, Atilla Yılmaz yine duymaya -bu kez gereğini de yerine getirmeye- en çok ihtiyacımız olan sözü söylüyor yeni albümünde:
“Haydi meydanlara şanlı milletim
Bayrağı eline alıp da yürü...
Korku sal kalbine hain zilletin
’Ne Mutlu Türk’üm ben’deyip de yürü”
Yine Pir Sultan Abdal var;
“Bu bir rıza lokmasıdır / Yiyemezsin demedim mi”
Dadaloğlu var;
“Yurtlarının kıymetini bilmeyen / Her birisi bir kötüye kul oldu”
Neşet Ertaş var;
“Sinemde gizli yara var kimse bilmiyor...”
Dilaver Cebeci var...
Limanları, ormanları, denizleri haraç-mezat satılan Karadeniz var; “Of Sürmene yaylası on beş doktora bedel.”
Hele ki, “Bak ellerim nasır benim
Bir günüm bir asır benim
Türkülerim esir benim
Yine vatan derdindeyim” iklimindekiler; mutlaka edinsinler, dinlesinler..
+++
Zırva tevil götürmez...
“Türk diye bir ırk yok” buyuran zata ne cevap vereceğimizi soran bolca mesaj geldi son iki gündür.
Kendi adıma, hiç!
Ha ille de “antropolojik” bir etiketse lazım olan; iskelet ölçümleri, kafatası endeksleri, renklerinin de aralarında bulunduğu birçok özelliğin belirlenmesiyle oluşmuş bir “Türk tipi” de var, var olmasına da; ben zaten etimle, kemiğimle, damarlarımdaki kanla, ruhumla, yüreğimle, şuurumla buradayken daha kime, neyi ispatlayayım Allah aşkına!
Mevzu bahis, bize lazım olan, elzem olan, tutunabileceğimiz tek dalımız “millet” şimdi “Türk Milleti”; gerisi teferruat!
Kaldı ki bir lafa bakın, bir lafı söyleyene; insani, vicdani, ilmi algımızda “yok”sa, teferruat kontenjanından dahi anmaya değmez sayfamızda!
+++
Var mısınız, yok musunuz?..
Madem “Türk diye bir ırk yok”tu; bunca yıl neyin “ırkçılığı”, “kafatasçılığı” ile suçladınız Türk Milliyetçilerini? MGK kararının altındaki imza gibi, Başbakan’ın bu konudaki konuşmaları da “yok hükmünde” mi şimdi?
Malum seçim arifesi; nihai kararı verseniz diyorum: Var mısınız, yok musunuz?
YSK bilsin de oy pusulalarını ona göre düzenlesin ki milli servet heba edilmesin, değil mi ama!