Yüreğinde yara olan bayramlar!..

"Bayram" denilince; içimizde haşarı bir çocuk gibi, saklambaç oynarcasına saklanan küçük heyecanlar da gelirdi aklımıza...

Yalnızca coşkunun-sevincin değil, bağcıklı kahverengi kunduraların mutluluk adımları attırdığı güzel zamanlardı bayram günleri...

Akide şekeri kokan sabahlar, bembeyaz mendillerde yüzünü saklayan coşkular, tertemiz kıyafetler içerisinde baharı yaşayan zamanlar ve bitmesini istemediğimiz unutulmaz, güzel anlardı bayramlar...

Çocukluğumuzun kehribar kokan zamanlarında; sabahın erken saatinde içimiz kıpır kıpırken, kalbimiz bedenimize sığmayacakken, adeta kelebek kanatlarında bir koşuşturmanın içine atlarcasına ve büyüklerimizin o sevecen avuçlarının içine saklanırcasına beklerdik bayram sabahlarını...

Ne güzel zamanlardı ki, içinde saklanmıştı sanki eski anılar;

Tarih gibi duran eski zaman insanları, tömbeki kokan dedeler, kehribar tesbihlerinde geçmişin takvim yaprağını çeviren yaşlılar, kemerlerine sıkıştırdıkları mendillerle terimizi silen nineler ve hangi çocuğuna yetişeceğini bilemeden bayrama hazırlanmaya çalışan gariban analar...

Annelerimizle birlikte, bizi adeta bulutların üzerinde koşturan ve upuzun kendirleriyle gökyüzüne meydan okuyan devasa salıncaklar vardı o zamanlar...

Tahta arabalarda "Eskimolar" (frigo), pempe yanaklı pamuklu şekerler ve arasına güllü lokumlar sıkıştırılan desenli bisküvilerdeydi lezzetli anılar...

Ve tabii ki, dedemizin yastık altından çıkartarak, her birimize gururla uzattığı o demir "ikibuçuk"luklardı tüm coşkularımızı zenginleştiren kahkahalar...

Şeker Bayramlarının alışagelmiş- klasikleşmiş ve şimdilerde ne yazık ki özlenen, hasret kokan manzaralarıydı tüm bunlar... Peki ya kurban?..

Peki, "şeker"den sonra gelen ve damaklardaki limoni tatlara bile kan kokusu bulaştıran bir sonraki bayramın, içimizde derin izler bırakan o hüzünlü manzaralarına ne demeli?..

Bahçedeki kınalı kuzu...

O yaz günü; hani gölgenin güneşle kavga ettiği o sabah, küçük Mehmet, Urfa'nın Kötüler Mahallesi'nden yola çıktı ve tabanları kayalık yollarda isyan sesleri çıkartırcasına koşarak Kaçakçı Pazarı'nın girişindeki pazara ulaştı...

Ve hiç oyalanmadı Mehmet, develerin, merkeplerin tezek ve yonca taşıdığı pazarda... Köyden getirilen yoncalardan birkaç demet kucaklayıp kara taşlarla süslü eski Urfa evlerinin daracık sokaklarından yürüyerek Kötüler'e geri döndü...

Tahta kapılı evin avlusuna adım attığında, bir köşede hüznün yalnızlık nağmelerine sığınmışcasına toprağa çömelmiş, bembeyaz tüyleri ile o kınalı kuzuyu gördü... "Bersim"i yani (yoncaları) önüne bırakıp bir köşeye çekiliverdi...

Arife idi o gün... Şeker Bayramlarının, coşkuya takla attıran o müthiş sevincinin aylar sonra hüzne döndüğü Kurban Bayramı'na bir gün vardı...

Mehmet ve kardeşleri, aylardır besledikleri o küçük kuzunun kocaman hale gelmesinin aynı zamanda trajik bir sona doğru yaklaştığının da farkındaydılar...

Taş zeminli avlunun bir köşesinde çömelerek, başını dizlerinin üzerine koydu ve sessiz sedasız o masum hayvanı izleyip durdu küçük çocuk...

Biliyordu artık Mehmet ve kardeşleri, avluda onlara yoldaşlık eden, oyun oynayarak heyecanlarına heyecan katan o güzel hayvanın son günüydü yaşamın cenderesi içinde...

Daha önce de görmüşlerdi, kuzuları-koyunları ve diğer kurbanlıkların bayram sabahlarında başına gelen kanlı manzaraları...

Ancak o kuzu var ya; aylar boyu can yoldaşlarından biri haline gelen o kuzunun, canlarından can kopartacağının farkındaydı hepsi...

Öfkesiz, mutlu bayramlar...

Kasap bıçağı hayvanın boğazına yaklaştırıldığında; bayramlık elbisenin sevincini korkularının içine gizleyen çocuklar, gözlerini o masum kurbandan uzaklaştırarak, kahverengi kunduraların kayalık zemindeki anına odaklanmak zorunda kaldılar...

Arada korkulardan kaçarak; yaşamın son anına gözünü kilitlemişcesine çevreye bakınan kurbanın bakışlarına odaklanmaya çalıştılarsa da, nafile...

Hele de Mehmet, içindeki ürkek çocuk, uçsuz bucaksız deryalara koşarcasına başını çevirdi o kahredici manzaradan...

Ve gırtlağın hançeresi, bir keskin bıçağın acımasız darbesiyle buluştuğunda, yaşamın son deminden çığlık çığlığa yükselen hırıltı savunmasız bir bedenin çırpınışlarına sahne oldu...

Kahverengi kunduraların önünden minik bir kan deryası geçiverdi!..

Küçücük bir kırmızı nehrin adeta öfkesinden başlarını çevirip uzaklaştı çocuklar!..

Bir kurban merasiminin, çocukluk anılarına bıçak vuran o kahredici zamanlarından kaçıverdi çocuklar...

Küçük Mehmet, o gün-bugün, bir kan nehrinin acımasızlığında kaybolup giden küçük kuzunun, çocukluk anılarındaki koşuşturmasını her hatırladığında, bayramlar içinde yalnızca "şeker"i sevdi...

Eski anıların adeta kelebeklerle yarış ettiği çocukluğun duygusallığından mı, yoksa bayramları akide şekerleri ve beyaz mendillerden ibaret sayan masumiyetinden midir bilinmez, Kurban Bayramları geldiğinde hep hüzünlendi o çocuk...

Keşke tüm bayramlar "şeker" tadında ve korkusuz yaşansa diye düşünüp durdu yıllarca...

Bugün bayram... Siz siz olun; yaşamın çelişkileri, kahredici girdapları ve sinsi çıkmazları içinde yolunu şaşırmış öfkelerden arının...

Sevgiyi-mutluluğu-kardeşliği öfkenize kurban etmeyin ve tüm bayramlar gibi, "kurban"ı da en azından sevinçlerini- mutluluklarını ön planda tutarak yaşamaya çalışın... Mutlu bayramlar...

Yazarın Diğer Yazıları