“Yumrukatör”
- Sene 1862...
- Hı?
- İngiltere diyorum İngiltere... Bir göçük olduydu bildin mi; 204 ölü!
- ...!
- Sonra bir gün... Yıllardan 1866... Duyduk ki kömür tozu patlamış; 361 işçi kardeşim sizlere ömür bu sefer...
- Yani?
- Yani diyorum olur böyle şeyler...
***
- İki sıra koruma da dizmiştik “milli yas”la arasına ama, kafasına etten duvarı aşan bir “yuh” mu çarptı acaba?
- Devreler mi yandı?
- Usta!.. Ustacım!.. Bugün günlerden ne, hadi söyle bu Yusuf yüzlü kuluna! (Yok ya bu hiç uymadı; en iyisi bir çizik atın siz cümlenin “sıfat tanımlaması” içeren kısmına! )
- İlim çağ atladı, teknik çağ atladı, bilgi çağ atladı; 250 yıllık tecrübe farkı; 2014’teyiz uyan usta, ne oldu böyle sana!
***
Hayır nedir bu panik onu anlamadım ben de!..
Afyon’da “cadı avıysa cadı avı” diye ta “Orta Çağ”dan seslenmişti; üç günde nereden baksanız 400 yıl birden yaklaştı günümüze...
“Usta” da olsa bir Dr. Emmett Brown değil yani; yavaş yavaş...
Ki bakmayın iyidir 1800’ler; hiç oynamasanız algısının “zaman ayarları” yla da içselleştirebilse keşke “insan hakları”nın -en temeli yaşam hakkı- kavramsallaştırıldığı o yılları!
Yoksa -çoğu “McCarthy sendromu” na yordu ama- korkarım ki kafa hâlâ orada;
Engizisyonda!
“Kader...”, “Takdiri ilahi...”
Kabalık, kabadayılık ne ki;
İnsafsızlık, vicdansızlık, kalpsizlik, acımasızlık, zorbalık, zalimlik “hakim dini” zemine oturttuysan hepsini bir avazda meşrulaştırabilirsin orada; uysa da, uymasa da!
O “tekme” mesela...
Adamcağız acıyla bir “Allah belanızı versin!..” filan dediyse es kaza;
Hiç kaçarı yok, cadıdır cadı!
O “yumruk”...
Kadıncağız, feryat figan “Allah’ından bul...” dese...
En somut delil işte;
- Avlayın; kaçırmayın gelsin benim yanımda da söylesin!
- Nereden bulacağız şimdi “arena” yı, “böğüren boğa” düzeneğini; süpermarkete getirin bari!
Orta Çağ mantığında, bir “cadı”nın en belirgin özelliği “beddua”ya başvurmasıydı;
Soma’nın neredeyse tamamı!
***
Aklı almıyor “çağımız” insanının tabii;
Vurulmuş zaten...
Bir de sen nasıl vurursun, kol-kanat germen gerekirken!
Yıkılmış zaten...
Bir de sen nasıl sürüklersin yerlerde, başının üstünde taşıman gereken yerde...
Çığlık mı; atsın... İsyan mı; bırak bir rahatlasın...
Senin duymaya bile tahammül edemediklerini; o içinde tuta tuta nasıl yaşasın!
Ama, yok... Çocuk mu, kadın mı, hamile mi, oğlunu mu kaybetmiş, babasını mı, eşini mi, kardeşini mi; tarifsiz kederler içinde miymiş; hiçbiri geçer akçe değil mahsur kaldığı o Orta Çağ dehlizlerinde!
Haklı mısın, haksız mısın ne gam!
Harlı ateşlerle dilini de dağlar...
Ayaklarına taş bağlayıp denize de atar...
Kurtulmayı başaramaz da ölürsen; anlar ki masumdun!
Seni kutsar, saygıyla anar, arkandan üç gün yas bile tutar...
Trajikomik ama gerçek; kurtulamaz da ölürsen ikna oluyordu “cadı” diye yaftaladığı kişinin masumiyetine öykündüğü devrin muktedirleri!
Anladın mı şimdi “güzel ölüm”le neyi kastettiklerini!
Bir tür azatlık; ebediyen gazabına uğramama garantisi!