Yirmi yıl sonra nasıl bir Türkiye’de yaşayacağız?
On yıl, yirmi yıl sonra nasıl bir Türkiye’de yaşayacağınıza dair bir fikriniz var mı? Yoksa ben bugün nasıl akşam edeceğimi, ay sonunu nasıl getireceğimi düşünmekle mi meşgulüm diyorsunuz?
Haklısınız, bunu hepimiz yapıyoruz! Hastamızdan sağlıklı olanımıza, ekmeğini çöp bidonlarından toplayanından birkaç bin mağaza sahibi olanımıza kadar hepimiz günlük, haftalık, aylık bilânçolar çıkarıyoruz, tamam.
Tamam da...
İnsan hiç olmazsa ayda bir, ayda olmazsa altı ayda bir, “Bu gidişle on yıl sonra nasıl bir Türkiye’de yaşayacağım?” diye kafa yormalı değil mi?
Çünkü o on yıl kıyamet kopmazsa mutlaka gelecek, senin için gelmezse çoluk çocuğun için gelecek. Dükkânın tezgâhın, çoluk çocuğun gelecekteki o on yılların, yirmi yılların içerisinde olacak. Gerçek bu olduğu için kimi düşünürler, “Geçmişten çok geleceği düşünmeliyiz, çünkü bundan sonra orada yaşayacağız” demişlerdir. Belki, “Düşünsek ne olacak, geleceği nasıl bilebiliriz ki?” diyenleriniz olabilir. Elbette bilemeyiz amma “kuvvetle tahmin” edebiliriz. Yirmi yıl önce yazdıklarımıza bakıyoruz, o günlerden bugünleri görmeyi Allah(c.c.) ihsan buyurmuş. PKK’nın nasıl bir hal alacağını, o gün için Avrupa Topluluğu(AP) olan Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin önüne hangi takozları koyacağını, Kıbrıs’ın başına neler geleceğini adeta resmetmişiz. Bir biz değil, bizim yazdığımız gazetelerde yazan bütün arkadaşlar yapmış bunu. Yanıldıklarımız da olmuş, amma büyük resmi doğru adeta noksansız görmüşüz.
“Büyük resim” demişken, hükümet için yaptığımız eleştiriler bazı kişiler tarafından siz “Resmin bütününe bakmayı başaramıyorsunuz” diye eleştiriye tabi tutuyorlar. Belki haklılık payları vardır diye kendimizi kontrol ediyoruz, resmin tamamına bakmaya çalışıyoruz. Ayaklarda ödem, karında(ekonomide) şişkinlikler, balonlar, göğüste gizli niyetler, kafada, kuyrukları birbirine değmeyen yüzlerce tilki görüyoruz. Her parçası sorunlu olan resme toptan baktığımızda ise ortada bir “Hasta Adam” duruyor.
Biz eskiden de “Hasta Adam” olmuş ve “ölmüş”tük.
Küllerimizden yeniden doğduk. Öyleyse yapmamız gerekenlerden biri de, bundan sonra içinde yaşayacağımız geleceği doğru tahmin edebilmek için, biraz da olsa “geçmişi” bilmek olmalı...
Değerlendirilmeyen bilgi doğru zaman ve doğru yerde kullanılmayan servet gibi bir işe yaramaz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra, Konstantin’in Başvekili Grandük Notaras bütün hazinesini altın tepsiler içerisinde Fatih’e sunar:
“-Ulu padişahım, bütün hazinelerimi size veriyorum!”
Fatih bu davranış ve söze çok kızar:
“- Ben bu hazinelerin memleketiniz uğruna harcanmış olduğunu sanıyordum. Memleket uğruna harcanmamış hazineler zaten kılıcımın hakkıdır.”
Der ve Konstantin’in hazinelerine el koyar.
...
Ve...
Bir yandan memleketin gelecekte içinde yaşayacağımız on-yirmi yıllarına kafa yorarken, diğer yandan da, şu mübarek Ramazan ayında, gelecekteki “ebedî yurdumuz” olan ahretimiz için de kafa yormakta, içinde bulunduğumuz bu hal, bu yaşantı ile, gelecekte nasıl bir “ebedî yurt ahrette” yaşayacağımızı tefekkür etmekte hem mecburiyet, hem hadsiz hudutsuz faydalar yok mu?
İşe, Allah’ın evi olan kalbimizdeki çer-çöpü, yani dünyalıkları temizleyip o mahalli, yani kalbimizi Allah’a layık bir şekilde tertemiz eyleyerek ve imkânlarımızı altın tepsi içerisinde o güzel Melek Azrail’imizin dizinin dibine bırakmadan, Allah yolunda infak ederek, gelecekte yaşayacağımız ebedî vatanımız “ahret yurdumuzu” imar etmek...
Aklın ve imânın gereği değil mi?