Yine mi "Bizim Çocuklar"
28 Şubat, Erbakan’ı tasfiye ederek, Batı kapitalizmi ve ABD ile işbirliğine soyunmak isteyen ‘ılımlı ve uyumlu’ siyasal İslam’ı iktidara getirme operasyonunun parçası mıydı?
28 Şubat süreci için, ileri sürülen görüşlerin başlıcaları şunlar:
1) REFAH-YOL Cumhuriyete ve laik düzene karşı şeriatçı bir yapılanmayı hedef aldı. Ordu, postmodern darbe ile bu gelişmelerin yolunu kesti.
2) 28 Şubat operasyonu, Türkiye’de çeşitlenme ve özgürleşmenin önünü kapadı.
3) Amerika Erbakan’ın ve Refah Partisi’nin; Hem İslam dünyasına yönelen “üçüncü dünyacı” politikasından; Hem de ABD karşıtı tutumundan rahatsızdı. Erbakan’ı devirmek için İstanbul büyük sermayesini ve kimi askerleri kullandı. Atatürkçü duyarlılığı hem tahrik etti, yönlendirdi. Siyasal İslamı bölerek, “orduya karşı Amerika’dan yardım istemesi ortamı hazırladı” .
Eski Refah Partisi milletvekili Bahri Zengin şunları söyledi; “28 Şubat öncesinde 1-2 yıl boyunca Refah Partisi içinde görüş ayrılığı çıktı; antiamerikan Erbakan’a karşı, ABD ile işbirliği yapılarak amaca ulaşılacağını ifade edenler bulunuyordu.” (*) “Rand Corporation’un 1995 ve 1996’da Türkiye için hazırladığı ”ılımlı İslam (uyumlu İslam) formülü“ göz önüne alındığında üçüncü görüşün kanıtları ortaya çıkar.(**) Zaten 28 Şubat süreci başlarken ABD büyükelçiliğinde ve İstanbul büyük sermaye çevrelerindeki hareketlenmelerin izi sürüldüğünde, ”ılımlı ve uyumlu İslam formülüne 28 Şubat süreci ile ulaşıldığı açıkça görülür“. Amerika tamamen işin içindedir.
Kimi askeri çevreler, ”şeriatçı düzen yavaş yavaş yerleştiriliyor“ düşüncesi ile ve ”iyi niyetle“ tepki gösteriyorlardı. (ABD - Batı Çalışma Grubu - büyük sermaye) üçgeni, bu ”iyi niyeti“ kullanarak harekete geçti. ABD karşıtı Erbakan tasfiye ettirilerek yerine ”Batı kapitalizmi ve ABD ile işbirliğine soyunmak isteyen ılımlı ve uyumlu İslam iktidara getirilecekti.“ Ve bu yapıldı.
- Avrasya ve İslam dünyasına karşı bu operasyon ABD için çok önemliydi. BOP’un ilerlemesi buna bağlıydı. Kimlerin hangi formülle getirileceği isimleriyle, cisimleriyle sayılmıştı.(***) Bu bağlamda, ”28 Şubat süreci ve Ergenekon arasında“ ilginç ortak hedeflerin bulunduğunu görmek gerekir. Her ikisinden de kazançlı çıkanlar Amerika ve AKP olmadı mı?
(*) 7 Şubat 2009’da Hulki Cevizoğlu’nun ART’deki programında Bahri Zengin’in açıklamaları. 9 Şubat’ta kısmen Yeni Çağ gazetesinde yayımlandı. (**) Batı’nın Yeni Türkiye Politikası, Cumhuriyet Kitapları, 2009. (***) Aydınlık Dergisi, 20 Ekim 1996.
* Erol Manisalı / Cumhuriyet
++++++
Kumpas mı
Tek olay, iki gazete, iki haber: Yenişafak: Dayak açılımı
CHP’liler, Bağcılar’da dün bir skandala imza attı. Kemal Kılıçdaroğlu’nu görmek isteyen çarşaflı Kıymet Özgür adlı kadın tartaklandı. Geçtiğimiz yıllarda CHP’den milletvekili aday adayı olan kadına küfürler yağdıran partililer, Kıymet Özgür’ün çarşafını da açtılar...
Vatan: CHP’de bir garip olay
İstanbul Bağcılar’da seçim çalışması yapan Kılıçdaroğlu’nun seçim otobüsüne binen çarşaflı bir kadın olay çıkardı. Nahoş görüntüler TV’lere “CHP’liler çarşaflı bir kadını AKP’li provokatör diye tartaklayıp çarşafını açmaya kalktı” diye yansıdı.
Vatan haberin sonuna, olayın tanığı ve birinci derecede muhatabı olan CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in şu açıklamasını eklemiş: “Bağcılar’da çarşaflı bir kadın otobüse binmek istedi, ‘Alın’ dedim. Kemal Bey’in yanına gitti, ‘Size güveniyoruz’ dedi. Kemal Bey’le otobüsün üzerine çıkmak istedi. ‘Olmaz’ dedik. Bu sırada bir taşkınlık oldu. Bir arkadaşımız ‘Bu bizim Kıymet abla’ dedi. Kıymet Özgür faal bir partili. 1999’da aday adayımız olmuştu. Neden böyle bir şey yaptı, anlamadık. Üç gün önce AKP Bağcılar Belediye Başkanı ile konuşmuş. Bu bize anlamlı geldi.”
Olayı bizzat yaşayan Tekin’in, hem o an ile, hem de AKP’li Bağcılar Belediye Başkanı’na kadar uzanan önceki süreç ile ilgili olarak verdiği bilgiler gerçekten ilginç. Bu bilgiler doğruysa, kuşku yok ki, Kıymet Özgür, Kılıçdaroğlu’nun yanına, ‘olay çıkarmaya programlanarak’ gelmiş...
Diyelim ki bu olay, AKP’nin CHP’yi zor durumda bırakmak, bir yandan inanca saygısız, bir yandan da zorba göstermek üzere planladığı bir tuzak, tezgah, girişim... Hey neyse... Bu durumda “Kıymet Özgür vak’ası”, iki parti arasındaki rekabetin çirkinleştiği bir an olarak kayda geçecek...
Peki ama...
Yenişafak'a ne oluyor?
Yaptığı haberde, konuyla ilgili açıklamalara, şüphe uyandıran bilgilere adeta sansür uygulayan Yenişafak’ın sergilediği partizan tutum, onu, eğer varsa, bu kumpasın parçası yapmıyor mu?
Başbakan’a da bir sormak lazım, “Seçim bürosu gibi çalışan gazeteleri alalım mı, almayalım mı?”
++++++
Fenere tutulmuş tavşana döndüler
Yandaş medyanın, savcıdan atak, polisten çevik, avukattan hızlı cevval kalemşörleri; bu ne iş?“Alman tarihinin en büyük dolandırıcılık davası”yla ilgili ne bir tek belge sızdırabildiniz, ne bir kişiyi hedef gösterebildiniz, ne de bir operasyon müjdeleyebildiniz
Siz ki;
Ümraniye Davası iddianamesini Cumhuriyet Başsavcısı’ndan önce açıkladınız...
Mahkeme, gözaltına alınan, tutuklanarak cezaevine konan kişiler hakkında, dava açılıp açılmayacağına karar vermeden, kimin hangi suçtan yargılanacağına dair bilgi sahibi olmayı başardınız..
Belki, emri, emniyet yetkililerine ulaşmadan, “bir sabah ansızın” operasyonlarının gün ve adresleri çalındı kulağınıza... Aramalarda ele geçirilen, delil niteliğindeki diskler, fotoğraflar, yazışmalar... mahkemeden önce size ulaştı. İfade tutanaklarını, avukatlardan önce teslim aldınız...
“Terörist” dediğin, her şartta “turp” gibi olurdu, sağlık raporlarına kanıp külyutmadınız... “Suçluları hücrelerine döndürmek için” canınızı dişinize taktınız...
Ey yandaş medyanın savcıdan atak, polisten çevik, avukatlardan hızlı kalemşörleri; “Alman tarihinin en büyük dolandırıcılık davası”nın dosyası artık Türkiye’de. Önünüze, ’hafiye gazeteilik’ alanında ’uluslarası kariyer’ yapma fırsatı çıktı...Bu suskunluk, bu ağırdan alma, bu üç maymunlaşma yakışıyor mu size?
Eli uzun, kulağı delik, ’üst düzey yetkli’lerle arasından su sızmayan muhabirlerinize ne oldu?
Ümraniye Davası’ndan ayrı dünyaların insanları olduğunuz sanıklarla, şüphelilerle ilgili, en yakınlarının bile ilk defa duyduğu, gördüğü bilgilere erişen sizler... Şimdi sizin mahallenin çocukları hakkında iki çift kelam etmeyecek misiniz yani?
Acaba diyorum;
RTÜK Başkanı’nın “yasal olamayan ortam dinlemesiyle elde edilmiş ses kayıtları”nın da internete düşmesini, ve “delil sayılmayan” bu konuşmaların içeriğine dayanarak, “kelle” istediğinizi görebilecek miyiz?
Hasdal Kışlası’nda komutanlık ve askerlik yapanların şeceresini çıkardığınız gibi, mesela Kanal 7’nin gelmiş geçmiş ortaklarının, çalışanlarının da hangi yıl, hangi gün, hangi saat, nerede ne yaptığı, ne yediği, ne içtiği, kime selam verdiği konusunda aydınlatacak mısınız kamuoyunu?
PKK terörüne şehit verdiğimiz subaylarımızın eşlerini, çocuklarını, kardeşlerini provoke ederek davaya müdahil etmeye kalkıştığınız gibi, birilerine “katil” yaftası asmak için, onların yaralarını kaşıdığınız gibi, benzeri bir kampanyayı da Deniz Feneri mağdurları için başlatacak mısınız? Derneğe bağışladıkları paraların buhar olduğunu öğrenen, inançlı müslümanların isyanları da günlerce manşetlerinizi süsleyecek mi?
Yoksa Deniz Feneri şubeleri, Türk Ortodoks Patrikhanesi gibi böcek çiftliğine dönüştürülmemiş mi? Yoksa buralarda, Genelkurmay karargahları gibi köstebek yuvaları oluşmamış mı? Şöyle Almanya’dan Bayrampaşa’ya uçan bir minik kuş da mı yok?
Ölüm kuyuları veya yeraltı cephanelikleri gibi, Euro sandıklarının krokilerini de mi bulamadınız hala?
İflah olmaz bağımlılarız artık, anlayın halimizden...
Böyle tarihi bir dolandırıcılık davası, Türk adaletinin kapsama alanına girdiği günden beri, ağzımızın suyu akıyor, bedenimizi bir titreme alıyor, kanımız çekiliyor, gözümüz dönüyor;
Çember sakallı, nur yüzlü amcaların küfelerini dolduruken çekilmiş fotoğraflarını görmek istiyoruz... En dindar gazeteciler, televizyoncular, siyasilerin bu dernekle pazarlık kasetleri çıksın istiyoruz... “Dolandırıldık, dini duygularımız suistimal edildi...” diye mahkeme kapılarında kuyruk olmuş insanlara hasretiz...
Deniz Feneri dosyasının Türkiye’ye geldiğini bile bile, iddianamedeki kişilerin ipliğini pazara çıkarmamanız kimyamızı bozuyor...
Halusünasyon görmeye başladık:
Bir umut gazetelerinize bakarken, her köşe başında gözüne fener tutulmuş tavşanlar var sanıyoruz...
++++++
Kâbusları geri döndü
Öyle bir rahatladık ki sormayın...
“Oh” çektik...
Fehmi Koru’nun “Yerinizde gözüm yok” yazısının çıktığı günün akşamında...
Süper bir “kutlama yemeği” bile yedik...
“Yahu bu adamın gözü bizim yerimizde değilse... Onca yazıyı niye yazdı ki?”
Can havliyle...
“Fehmi Koru / Taha Kıvanç ikilisi”nin son bir aylık yazılarını çıkarıp bir “istatistik” çalışması yapacaktım ki...
Allah kendilerinden gani gani razı olsun... “Odatv.com” daki arkadaşlar, hiç üşenmeyip, bir istatistik çıkarmışlar...
Şöyle ki:
Son bir ay içinde “tokgözlü” Fehmi Bey ve “tokgözlü” Taha Kıvanç Bey, “Aydın Doğan nasıl kurtulur?” ya da “Doğan Grubu yazarlarının Aydın Doğan’a ettiği fenalıklar” meselesine değinen...
Tam 20 adet yazı yazmış...
Doğrudan “Onları at / Beni al” iması taşıyan “Aydın Doğan’a mektuplar” şeklinde...
Dolaylı mektuplar ise bu istatistiğin dışında...
Belki de en iyisi şöyle seslenmek:
“Fehmi Abi! Fehmi Abi! Ne olur doğruyu söyle... Gerçekten de yerimizde gözün yok değil mi?”
* Ahmet Hakan / Hürriyet
++++++
Böylesi caiz mi?
Türkiye Gazetesi, Nefise Siret Işık’ın cenaze haberine, tam sayfa ayırmış.
Manşet: Nefise Siret Işık Hanımefendi dualarla defnedildi
Aynı sayfaya bir başka cenaze haberi daha koymuşlar. Tek sütuna dört santim. “Bu arada...” diye başlıyor. “...arkadaşımız Mehmet Gel’in annesi Rumeysa Gel, Yakuplu kabristanında defnedildi...”
Aynı gün, aynı camiden kalkan iki cenaze arasında böyle bir ‘fark yaratma’ çabası dinimize uygun mudur?
İnsanların nihai sıfatlarının ne olacağını, kimin ne olduğunu mahşere kadar hiçbirimiz bilemeyiz...
Ama gazetenin, ölüme ve ölüye bile çiftestandartlı yaklaşan bu tavrı gidenlerin de, kalanların da ruhunu incitmez mi?
++++++
MİNİ YORUM
Şaka gibi
Günde birkaç “facebook profilime bak, ama bunun için önce üye olman gerekli” mesajı geliyordu zaten. Ama Mehmet Y.Yılmaz’ın “büyük biraderin internet teşkilatı” yorumuna “günaydın” dedikten sonra, bu sayı fırladı... Bu bir furyaya dönüşmeden evvel, birkaç günlüğüne ben de o rüzgara kapılıp, başına iş açmadan kendini kurtarabilenlerdenim. (Çok şükür) Facebook veya benzeri internet siteleriyle ilgili olarak, “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” durumuna düşmeyeceğime göre dakikada üç ileti hızına ulaşan “facebook” davetlerinin beyhude birer çaba olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde... Onun için bu girişimleri bir tür şaka, girişimci ruhlu arkadaşları da yılın şakacıları ilan ediyorum.