Yargı ve hayatları zedelenenler
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Cumhurbaşkanı’nın “vatana ihanet” dışındaki suçlardan yargı önüne çıkmasına izin vermiyor. Ancak bu dokunulmazlık Cumhurbaşkanının görevi sırasında işlediği suçları kapsıyor. Bir kısım medya ve hukukçular Cumhurbaşkanı Gül’ün “Cumhurbaşkanı olmadan önceki eylemleri nedeniyle de yargılanamayacağını” iddia ediyorlar. Bu yoruma göre Cumhurbaşkanlığına seçilme anı, suç ve ceza konusunda da bir milat oluşturuyor. Bir kişi cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren yargılanma muafiyeti kazanmış oluyor. Ancak bu konuda aksi görüşü savunanlar da var. Onlar, Cumhurbaşkanı’nın, Cumhurbaşkanı seçilmeden önce işlediği suçlarla ilgili yargılanabileceğini düşünüyorlar. Sincan Ağır Ceza Mahkemesi de bu görüşe sahip olmalı ki “Kayıp Trilyon” davasından Cumhurbaşkanı Gül’ün yargılanmasına karar verdi. Bu durum büyük tartışmaların kopmasına neden oldu. Derhal malum medya ve odaklar yargılanma kararının Cumhurbaşkanı Gül’ün “Kürt Açılımı” konusundaki görüşlerinin hemen ardından gelmesini birbiriyle ilişkilendirdiler.
Hâlbuki Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla ortaya çıkan krizden önce bir başka kriz daha Türkiye’yi meşgul etmeye devam ediyordu. Mahkeme, milletvekili olmadan önce DTP milletvekillerinin işledikleri iddia edilen suçlardan dolayı yargılanmaları için ifadelerini almak istiyordu. DTP’liler ise mahkeme kararına karşı “dokunulmazlıklarının olduğunu” bu nedenle de mahkeme kararına uymayacaklarını söylüyorlardı. Her iki kriz de Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye devam etmektedir.
Dokunulmazlık bağlamında yapılan bu tartışmalar Türkiye’de hukuk devletinin ve demokratik algının vahametini göstermesi bakımından ilginçtir. Nitekim Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı üzerine Başbakan Erdoğan “Bazı yargı kararlarının siyasi içerik koktuğunu” söylemiş. Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün ise bu kararın “iyi niyetle bağdaşan bir tarafı görünmüyor” demiş. Türkiye’de hemen her kesim kendisine demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti talep etmektedir.
Silivri’de süren malum dava nedeniyle bir süre önce Osman Paksüt, Sabih Kanadoğlu, Mustafa Özbek, Sinan Aygün, Mustafa Haberal vb. isimler takibata uğradı. Yargının, sivil toplumun ve bilimin tepesindeki insanlara bu tür muamele yapılırken “azami özen gösterilmelidir” diyenlere iktidara yandaş koro “hiç kimse dokunulmaz değildir” diye cevap verdiler. Ülkenin saygın isimleri inanılmaz bilgi kirliliği içinde medya lincine tabi tutulurken kurumların saygınlığı, kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin özüne dokunulması ve makamların hasar görmesi bu yandaş ekibin hiç aklına gelmedi. Yargıtay üyesine yönelik ithamların Yargıtay’ı, Anayasa Mahkemesi üyesine yönelik iddiaların Anayasa Mahkemesi’ni, Ticaret Odası Başkanı’na yönelik muamelenin Ticaret Odasını, saygın bir Sendika Genel Başkanına yönelik muamelenin sendikaları, bilim adamı ve rektörlere yönelik kaba işlemlerin bilim kavramını ya da üniversiteyi rencide edeceğinden kimse söz etmedi.
Ancak, Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı üzerine “makamın zedelenmesi”, “kurumların itibarlarının zarar görmesi” dahi onlarca gerekçe ileri sürülerek mahkeme kararları eleştiriye tabi tutuldu. Bu duyarlılığın binde birini bile ne ile suçlandığını bilmeden aylarca içeride tutularak -makamlarını bırakın- hayatları zedelenen insanlara karşı gösteren olmadı. Bu zatlar o zaman “ne yapalım yani”, sonuçta “Yargı Bağımsız”dır. “Mahkemeleri ve yargıçları rahat bırakın”, “Hiç kimse dokunulmaz değil” dediler. Bu taifeye düşen sözlerinin arkalarında durmaktır. Azcık da olsa tutarlı olmaktır!