Yarattığı canavar iktidara karşı

Yandaş medyanın liberallerle ittifaka meyilli kanadında bir süredir devam eden “3. Yargı Paketi” eleştirileri, komisyonda sona gelindiğinden bu yana iyice yoğunlaştı.
Eleştirilerin odağında iki başlık var.
İlki Ümraniye, Balyoz, Odatv gibi davaların da görüldüğü Özel Yetkili Mahkemeler’deki düzenlemeyi de kapsayan CMK 250’deki değişiklikler... Bunu “darbecilere karşı mevzi kaybı” olarak yorumlayanlar; örneğin Hüseyin Gülerce iktidarı geri adıma ikna etmeye çalışırken işi “Su uyur darbeci uyumaz” tehdidine kadar getirmişti.
Yandaş medyanın aynı kesimini rahatsız eden diğer başlık “ses kayıtlarını yayınlayanlara ceza” meselesi, -ki itirazcıların hemen hepsi bugüne kadar bu metodla yürüttüler toplum mühendisliğini
.
“Toplumun büyük çoğunluğunda bir darbe bilinci oluştuysa, darbecilerin en samimi halleriyle yakalayan o ses bantlarının rolü büyüktür” diyen Gülay Göktürk’ün Bugün’deki köşesinde “Peki şimdi ne oldu da rahatsız olmaya başladınız ses bantlarından?” diye sorduğu gün, Mahmet Baransu “ne olduğuna dair ihtimal”i Taraf’ta şöyle dillendirdi: “Ses kayıtlarını yayınlayanlara beş yıl hapis cezası getirilmesiyle ilgili AK Partililerin teklifiyle tasarı hazırlanması da dikkati çeken bir diğer nokta. Üzerine çok fazla yorum yapmadan sadece şunu söyleyeyim. Korktukları ses kayıtları var da bunların yayımlanmasını mı engellemeye çalışılıyor? Eğer cevapları hayırsa bu telaş neden?”
Hem yasadışı elde edilen ses kayıtlarının “önemli olan içerik” bahanesiyle yayınlanması, hem de yasal yollarla elde edilmiş dahi olsa “özel hayatın gizliliğini ihlal” niteliği taşıyan kayıtların basın üzerinden “alenileştirilmesi”nin, tek tek bireyleri, toplumu, devleti intihara sürüklemek demek olduğunu bu kadar çok ve sık tecrübe ettikten sonra “bunlar suç sayılmasın ve cezasız kalsın” demek benim açımdan zor...
Ama yine de bu soru önemli:
AKP’li milletvekilleri ses kaydını yayana/yayınlayana ceza teklifini başlarına “sağduyu, demokrasi, adalet” taşlarından herhangi biri düştüğü için mi yoksa Baransu’nun iddia ettiği gibi “Yarattıkları canavara yem olmaktan korktukları” için mi verdi!


Milliyet’in manşeti: “Yeni Anayasa’nın ilham kaynağı TV dizileri” Habere göre TBMM Uzlaşma Komisyonu Üyeleri, “yazım” aşamasına geldikleri “Yaşam Hakkı” başlıklı 4. Madde’nin tartışılması sırasında, “ölçüsüz gücün” nelere malolabileceği konusunda “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisinde “jandarmanın kaçan tutukluyu vurup ölümüne sebep olduğu” sahnenin yardımıyla uzlaşmışlar.
Bu kafayla giderlerse, sıra “devletin şekli” ne geldiğinde de korkarım “Muhteşem Yüzyıl” dizisine başvuracaklar!

+++

“Maaşını
veriyorsan
gereğini
yap” da
şehir efsanesi miydi!

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ gazetecilerin Yeni Şafak’ın Ali Akel’i işten çıkarmasıyla ilgili sorusunu cevaplarken “Herhangi bir nedenle gazetesinden ayrılan veya ayrılmak zorunda kalanlarla ilgili olarak bir şehir efsanesi türetiliyor. Hazır bir suçlanacak yer var. Bu konuda AK Parti’ye, Sayın Başbakanımıza fatura kesilmeye çalışılıyor. Bana göre bunlar iftira. Bugüne kadar Sayın Başbakanımızın veya AK Parti’nin, hiçbir gazetecinin veya hiçbir kişinin ekmeğinden olması için bir teşebbüsü olmamıştır, olması da mümkün değildir” buyurmuş! Hadi diyelim, Bekir Coşkun’un birinci ağızdan, olayı yaşamış kişi sıfatıyla anlattığı şu anekdot sizi deyiminizle “iftira”, “şehir efsanesi”:
“Aydın Bey’e bir ara “Size tasfiye edileceklerin listesi geldi mi?” diye sordum. “Geldi” dedi.
Listede ikinci sırada ben vardım, üçüncü sırada Oktay Ekşi...
Anladım ki Cumhuriyet’in tüm kurumlarını istila etmek isteyen iktidar “boğma telini boynuna dolamıştı” patronun.”
Peki ya aşağıdaki tarihi nutuk(!):
“... Ben mi aldım onları işe... Sen aldıysan, maaşını sen veriyorsan, gerekeni yap...
Sonra gelip benim kapıma ağlama... ”
Bu da mı “iftira”, bu da mı “şehir efsanesi” Sayın Bozdağ?
Milyonlarca insanın şahitliğinde, “gazete patronlarına” hitaben söylenen bu sözlerin sahibi Başbakan değil miydi!
Bir Başbakan’ın bir gazete patronuna kimi yazarlardan memnuniyetsizliğini belirterek, emreder tonda “gereğini yap” diye seslenmesi o yazarların “ekmeğiyle oynama teşebbüsü” değil midir?

+++

Pazartesi nasihatları
Sonun geldi
dostum!

Haftalardır böyle... Ali Ünal Zaman’daki köşesinde yayınladığı menkıbeler, ayetler, kıssadan hisselerle mesajlar iletiyor “birilerinden birilerine” ...
Son mesajı başlıkta verdim, “sonun geldi dostum” deniyor özetle:
“Bir âyet-i kerime de aynı gerçeğe parmak basar: “Herhangi bir memleketi (hak ettikleri bir ceza olarak) helâk etmek dilediğimizde, oranın halkı arasında zevk u safa içinde dilediklerince yaşamayı gaye edinenleri artık bir yola yönlediririz de, orada kural tanımaz hale gelir ve hataya, günahlara daldıkça dalarlar. Nihayet, hak ettikleri helâk hükmü uygulamaya konur da, o memleketi yerle bir ederiz.” (Nisâ Sûresi/17:16) Bir ülke, bir toplum, bir kuruluş gibi, bir insan da, niyeti, yaptıkları, tavırları, duyguları, kalbinin halleri neticesinde artık bir noktada geri dönülmez şekilde batmaya başlamış ve sürekli de batıyor, hele bir de battığının farkında olmayıp, tam tersine kendisini yükseliyor görüyorsa, artık “Yazılan, yazıldığına varacak!” demekten başka bir şey kalmıyor.
Demek oluyor ki Allah (c.c.), artık o insan, kuruluş, toplum veya ülkenin batmasına hükmetmiştir; bir başka deyişle, artık mekr-i İlâhî hükmetmeye başlamıştır.”
Gelelim asıl meseleye; bu “ürkütücü” mesaj kime?
Yazıdan benim çıkarıdğım ipucu şu:
“Batarken yükseldiğini sanan kimse!”

+++

Çocuktan al haberi
Günlerdir tepenizde birer “sempati halesi” biçiminde döndürülen o reklamları izlerken hiç aklınızdan geçirdiniz mi;
“Ben Türkçe öğrendim; bir de “Ayrı gezen yürek değil bedenmiş” onu öğrendim” diyen Ulanbaturlu Nomingerel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyemez miydi mesela?
“Ben Türkçe öğrendim; bir de “Vefa sadece bir semt ismi değilmiş” onu öğrendim” diyen Cakarta Rıdho’ya bir “vefa örneği” olarak “Benim manevi mirasım, ilim ve akıldır” cümlesi “ezberletilemez” miydi!
Tanzanyalı Zuera, “İki dinleyip bir susmak lazım onu öğrendim” yerine “Gerçeği konuşmaktan korkmayınız” diyemez miydi!
Rio de Janeirolu Valeriano “Mutluluktan da ağlanabileceği” gerçeği yerine “tehdide dayanan ahlağın erdemlilik olmadığı” gerçeğini paylaşamaz mıydı dünyayla!
Paylaşamazmış!

***

“Çocuktan al haberi” derler ya tam da o hesap, CNN Türk’te Pınar Esen’in sorularını yanıtlayan Mısırlı çocuktan öğrendik ki, Türkiye’nin Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e uzanan geniş şair yelpazesinden şiirler öğrenen, “Herodot Cevdet”e yani televizyon tiplemelerine kadar, “taksi şoförleri”ni taklit edecek derecede bu ülkeyi tanır hale gelen çocuklar, yukarıda “bunları da söyleyemezler miydi” dediğim sözlerin sahibi olan Atatürk’ün adını bile duymamışlar!
Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi hâlâ “karışık” halde yaşadığımız ülkelerin çocukları biliyor ama Türkiye’yi sadece ülkelerinde kurulan “Türk okulları”nda öğrenen çocuklar bihaber Atatürk’ten! Ben değil Pınar Esen’in “Atatürk’ü biliyor musunuz?” sorusuna “bilgisi olmadığı” cevabını veren Mısırlı çocuk söylüyor bunu!
Yanlış anlaşılmasın; Mısır’da, Uganda’da, Papua Yeni Gine’de “Atatürkçü nesiller” yetiştirmek gibi emperyal bir düşüm yok ama “Vefa’nın bir semt adı olmadığı” gibi incelikli sitemlerine kadar bu ülkenin bütün değerlerini öğrettiğinizi iddia ettiğiniz çocukların “en değerlimizi” bilmiyor olmaları garip değil mi! Bir “Türk okulu”nda okuyan çocuğun bilmeyi geçtim ama Atatürk adına karşı bir “kulak aşinalığı”nın dahi bulunmaması sizi bilmem ama bize manidar geldi; Tanıtılan Türkiye Cumhuriyeti mi yoksa “Yeni Türkiye” mi?
Eğer öyleyse “yanlış hesabın” Mısır’dan(!) döndüğünü bilmedikleri belli; Atatürk’ün kendisini “unutturmak isteyenlerle” ilgili öngörülülük şaheseri sözü neydi;
“Bir zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir... Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.”

+++

Peşrevciler ağlatıyor anaları
“Kültürel farklılıkları, bireysel özgürlükler olarak korumak yerine siyasal oluşumların temeli durumuna getirmek, bu coğrafyada ve böyle bir toplumda siyasal cinayet, hatta intihar demektir.”

BÜYÜK pehlivanlar yine kolları sıvayıp peşreve başladılar, kapışacaklar. İktidarın başı, “kucaklaşmaya geliyorum” diyerek Güneydoğu’ya gitti; sanki erkek erkeğe kucaklaşıp tıraş olmamış yüzlerle şapur şupur öpüşmeden sorun çözmeye gidilmezmiş gibi.
Muhalefetin başı da, her zaman yaptığı gibi önce öbürünün dediklerini dinleyip laf yetiştirdikten sonra, “konuşmak istiyorum” ricasıyla buluşma sözü aldı ondan; sanki zıt ideolojili değişik yaklaşımlardan kalkarak sağlam çözüme varılabilirmiş gibi.
Neymiş, her ikisine göre, “analar ağlamasın”mış.
Biri, yakın geçmişte yanlış açılımlarla sorunu çıkmaz yollara çekip büsbütün çözülmezleştirdiğini unutarak.
Öbürü de, küllenmiş bir Dersim sorununu yeniden ısıtmakla, özde çözüm anahtarına sahip olan kendi partisini içten yaralayarak.
Milletin anasını asıl ağlatan, şimdiki bu ilkesiz ve beceriksiz siyasal kadroların iki yanlı yetersizliği olmadı mı?
Bir lahza durup bugünün gereksiz ve sonuçsuz güreşini yaratan temel yanlış üzerine azıcık kafa yormak gerekiyor: Aranıp da bir türlü bulunamadığı için insanları birbirine düşürerek zaman ve can kaybına yol açan nedir? “Kürt sorunu”, “terör belası” gibi bin türlü değişik adla anıldığı için zihinleri iyice karıştıran sorunun çözüm anahtarı sahiden yok mu? Zaten var olan anahtarı boş yere arayıp durmak yüzünden perişan olmak, tarihin derinliklerinden gelen bunca birikimi, deneyimi ve hiç kuşkusuz iyi yetişmiş yüz binlerce insanı olması gereken yetmiş beş milyonluk koskoca bir ulusa yakışıyor mu?
Evet anahtar, ulus ve onun siyasal kurumu olan ulus-devlettir.
Cumhuriyetçi anayasa sistemimizin özünü oluşturan bu iki kavramı ciddiye almaz, gereklerini yerine getirmez, vatandaşları dil, ırk, din, mezhep farkı gözetmeksizin aynı ulusun gerçekten eşit bireyleri saymaz ve ayrımcılık güden yöneticileri zamanında cezalandırmazsanız, demokrasi, parlamenter sistem ve hele tarikatçılık bulaşmış başkanlık deneyimleriniz hep başarısız kalmaya mahkûmdur.
Kültürel farklılıkları, bireysel özgürlükler olarak korumak yerine siyasal oluşumların temeli durumuna getirmek ise, bu coğrafyada ve böyle bir toplumda siyasal cinayet, hatta intihar demektir.
Mümtaz Soysal / Cumhuriyet

+++

Devletin görevi toplumu
günahtan alıkoymak mı

Bir ülkede herhangi bir konunun dini açıdan da irdelenmesi elbette mümkündür ama herkesin uymak zorunda olacağı bir kararı sadece din kuralına göre alamazsınız. Bu, laikliği yok etmek demektir ve zaten yapılmak istenen de popülist söylemlerle halkın kafasını karıştırarak bunu gerçekleştirmektir. Laik bir devlette, siyasi otorite dini referans alarak halkına dayatmada bulunamaz. Kürtaj dinen günah olsa bile bu, kişileri ilgilendirir. Devletin görevi kişileri günah işlemekten alıkoymak değildir. Kişiler inançları ya da inandıkları din büyüklerinin nasihatleri doğrultusunda kendi kararlarını verebilir ancak.
Can Ataklı Vatan

+++

Ülkenin başına
gelen en kötü şey

Ana muhalefet lideri, tek başına iktidar olan partinin liderinden randevu istiyor..
30 yıldır gözyaşı döktüğümüz konuda..
30 bin, belki de 40 bin kişinin öldüğü meselede..
Muhalefet lideri akan kanı durdurmak yolunda çözüm planım var diyor; memlekette yaprak kımıldamıyor.. Heyecan fırtınası esmiyor... Medya büyütmüyor, önemsemiyor..
Sıradan bir işmiş gibi davranıyor..
Bir ülkenin başına gelebilecek en kötü durum bu durumdur..
İnancın yok olması..
Mehmet Tezkan / Milliyet

+++

ABD kaybetti
Suriye kazandı

Artık İnsan Hakları İzleme Örgütü de gerçekleri dile getirmeye başladı. Örneğin önceki gün, 14 Suriye askerinin katledildiğini açıkladılar. Dera’da teröristler, tam 14 askerini öldürmüştü...
“Demokrasi” diyen, “Türkiye Suriye’deki şiddete sessiz kalamaz” diyen, “zulüm ile abad olunmaz” diyenler, bu gerçeğe de kör oldular, sessiz kaldılar, yazmadılar, konuşmadılar!
Ama Suriye gerçeği artık gizlenememektedir .(...) Gerçek en büyük güçtür ve işte Suriye bu gerçek nedeniyle tam bir yıldır Atlantik’e direnmiş, Batı’nın savaş naralarına karşı birliğini koruyabilmiştir.
Mehmet Ali Güller / Aydınlık

Yazarın Diğer Yazıları