Ya terörist Apo, dağdakileri uyutuyor!...

KİM KİMİ KANDIRIYOR GÖRECEĞİZ!..
Ya terörist Apo, dağdakileri uyutuyor!...

Bu açılımlar “tek devlet yerine çift devlet isteyen” PKK’yı tatmin eder mi? Ya Apo, ABD ve AB’nin katkılarıyla Tayyip Erdoğan ile anlaştı dağdakileri kandırıyorlar ya da Tayyip Erdoğan biz ovadakileri uyutuyor

Ya da Başbakan Tayyip Erdoğan, ovadaki halkı kandırıyor. Siz görünene bakmayın. Işık oyunlarına... Renk kaydırmalarına... Şekilden şekle girmelere sakın kanmayın. Aslında ortaya konan masa tektir ve masaya oturanlar iki kişidir.
Biri TC devleti.
Öbürü PKK.
TC devletini “demokratik kriterlere uygun” olarak kuşkusuz, Başbakan Tayyip Erdoğan temsil ediyor. Masanın öbür yanında ise Abdulah Öcalan var. Son fırça darbelerini, final rötuşları, ince sıvayı bu iki isim yapacak; ancak, ağzına bakılan Apo’dur!
Çünkü TC tarafı çöktü.
Barışalım diyen TC oldu.
Oysa savaşı başlatan Apo’ydu, terörü ateşleyen, kalkışmanın yolunu açan, başta dünya süperi ABD olmak üzere; Yunanistan, Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere, İtalya’nın “Orta Doğu’daki petrole hâkim olmak için bu coğrafyadaki halkları parçala ve bağımlı yap” stratejisinin ince kimyasını en iyi okuyan oydu. Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’sunda “Kürt bölücülüğüne gönül koymuş feodal tafralı aşiret ağaları, onların yeni kuşak çocukları ve tripleks villalarda oturan yeni Kürt kapitalist zenginlerinin” katkısını harekete geçirerek PKK’ya TC Ordusu’yla 25 yıl savaşabilme gücü vermiş lider Abdullah Öcalan oldu.
Şimdi inisiyatif ona geçti.
Ezilen durumundaydı.
Yol haritası yapan oldu.
Tepkiciydi. Şimdi etkileyen oldu. Bu açılımla birlikte ve bundan sonra; “Güneydoğu’da 25 yıl önce başlatılan terörist kalkışmanın nasıl sonuçlanacağına” karar verecek olan Apo’dur.
4 gün kaldı.
4 gün sonra, 15 Ağustos Cumartesi günü PKK’nın kurucusu ve güçlü lideri Apo, İmralı’da yattığı 13 metrekarelik hücresinden “yol haritasını” açıklayacak.
TC ise altyapı hazırlıyor.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin de “deneyimlerimizi paylaşıyoruz” dediği yüksek katkılarıyla oluşan “iyimser içerikli demokratik açılıma” Başbakan Tayyip Erdoğan’ın verdiği yüksek ivmenin meyveleri de işte görülmeye başladı. TC devletinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, önceki gün geldiği Bitlis’te, 86 yıllık jakoben ulus devletin adını Türkçe “Güroymak” diye değiştirdiği ilçenin ismini yeniden Kürtçe “Norşin” diye söyledi. TC ulus devletinin 86 yıldır atmaya üşendiği “demokratik açılım adımını” bir dakika içinde attı.
İlçenin adı “Güroymak” tı.
Bir dakikada “Norşin” oldu.
İşte sana Apo’nun gücü!
Dr. Naci Kutlay ile sosyolog İsmail Beşikçi’nin kitaplarında vardır, “farklılıklar bizim zenginliklerimizdir, Kürtleri ezmeyelim, dillerini yasaklamayalım” diyen TİP’in temsilcileri, 1960’lı yıllarda gittikleri yerlerde taşlanıyorlardı. Kayseri’ye gittiklerinde taşlananlar arasında o zaman TİP’ten milletvekili olan Çetin Altan da vardı ve taşlayanlardan biri de bugünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü. (Polis kayıtlarına geçmiştir.) O yıllarda Çetin Altan’ı taşlayan Abdullah Gül, bugün “farklılığımız zenginliğimizdir” diyerek Bitlis’in ilçesi Güroymak’ın Türkçe adını “Norşin” diye Kürtçeye çeviriyor.
Apo İmralı’da gülüyordur. Çünkü bu Norşin ilçesi, esasen Ermenilerin sayılır ve Ermeniler Ruslar ile bir olup Türk askerini arkadan vurmadan önce Norşin’in bir Ermenice ismi de mutlaka vardı ama onu şimdi boş ver.
Ermenice ismi unut.
Türkçe ismi sil, kazı.
Kürtçe ismi hatırla.
Al sana açılımlı demokrasi!
Bu açılımlar Apo’yu keyiflendirir fakat dağa bölünmek için çıkmış, “tek bayrak yerine çift bayrak, tek devlet yerine çift devlet, tek millet yerine çift millet isteyen” PKK’yı tatmin eder mi? Ya terörist Apo, ABD ve AB’nin katkılarıyla Tayyip Erdoğan ile anlaştı dağdakileri birlikte kandırıyorlar ya da Tayyip Erdoğan biz ovadakileri uyutuyor.
4 gün kaldı. Uyanacağız.
* Necati Doğru / Vatan

+++

Kalitesizlik
Bir toplum ki, “vakit nakittir” diyerek zamanı iyi kullanmayışın sözde kötülüğünü çocuklarına öğretmeye çalışır, aynı toplumda koskoca adamların nelere vakit harcadıklarını görünce şaşkınlıktan donup kalıyor insan.
Gazete, büyük; tirajıyla, alanındaki ünüyle, çalışanlarının profesyonelliğiyle. Gazetenin başyazarı, mesleğin en değerlilerinden biri; bilgisiyle, deneyimleriyle, nesnelliğiyle, sağduyusuyla ve haklı saygınlığıyla.
Ama bir de bu ülkenin o büyük gazetesinde böyle bir başyazarın dünkü sütununu baştan sona dolduran bir yazıyla ele almak zorunda kaldığı şu konulara bakın: Konulardan biri, şimdi tutukluluk çilesi çeken bir başka değerli başyazara bir televizyon programı için 48 bin lira ödendiğine ilişkin; öbürü de aynı derecede saygın bir bilim adamıyla arasında geçen sıradan bir telefon konuşması üzerine. İkisi de bir başka günlük gazetede özene bezene çok önemli haberlermiş gibi sunulmuş.
İncir çekirdeğini doldurmayan, haber değeri sıfır, kısacası baştan aşağıya kalitesizlik kokan bir sunuş. Zaten büyük gazetenin başyazarı da ahlaka, hoşgörüye, dürüstlüğe, insana saygıya, meslek adabına sığmayan bu sunuşu eleştirmek için yazmış o yazıyı. “iyi de etmiş” diyebilirsiniz. Bu çeşit davranışlar elbet kınanmalı, müstahak oldukları dersi almalıdır diye düşünebilirsiniz.
Ama bir başka açıdan bakın. Yazık değil mi bu ülkeye ve insanlarına? Kalitesizliğin ne kadar çok vaktimizi aldığını düşünsenize. Değer mi? Üzerinde basıldığı kağıt kadar bile değeri olmayan bir gazetecilik ürünü bunca vakit ve emek almalı mıydı? Acaba hiç aldırış etmemek, görmezden, duymazdan gelmek daha iyi olmaz mıydı? Ayrıca, “kamuoyu sonuçta böyle yazı yazanları okumaz, gazeteleri almaz” türünden bir teselli bulmak da zor değildir.
Ne var ki, kalitesizliği başıboş bırakmanın sakıncaları da ortadadır. Bu gibi davranışlar büsbütün yanıtsız kalırsa, iyice azgınlaşır. Üstelik, kendi kendini cezalandırması da çok zaman alacaktır. Kabul edelim ki, ülkedeki genel eğitim düzeyi henüz bu çeşit iyimserlikleri haklı çıkaracak kadar yüksek değil.
O zaman, tek umut, ülkenin genelinde “kalite” kavramına verilecek önemin artmasına ve kalitesizliğin azaltılmasına kalıyor.
Bu ise eğitime daha fazla kaynak ayrılmasını, iyi eğitilmiş olmanın daha etkili biçimde ödüllendirilmesini gerektirecektir. Ancak, iyi ölçülebilirse, son yaşanan kalitesizlik örneğinin kaybolan vakit, boşa giden emek, harcanan para açısından “maliyeti” çıkarılınca hemen belli olacaktır ki, genel kalitesizliğin maliyeti genel kaliteyi yükseltmenin maliyetine göre kat kat fazla
olmaktadır.
Galiba, en muhtaç olduğumuz muhasebe bilgisi, kalite ve kalitesizlik hesapları alanındadır.
* Mümtaz Soysal / Cumhuriyet

+++

AÇILMAYAN NEYİMİZ KALMIŞTI!
Açıldık ey halkım unutma bizi!

“AB açılımı”yla başladık, her şeye “olur” dedik, daha lehimize bir tek rapor çıktığını görmedik.
“Sivil açılımı” dedik, olup bitenler askerden hınç almaya vardı.
“Alevi açılımı” diye ayağa kalkıp Alevilerde kavgayı eksik olmaz hale getirdik.
“Güneydoğu açılımı” dedik, bölgeye iş, eğitim olanağı sunmak varken sermayenin kılı kıpırdamadı.
“Kürt açılımı” dedik, baktık Kürt, Türkten daha zengin, daha rahat “Demokratik açılım” a geçtik. Üstelik TBMM’nin neredeyse yarısı Kürt iken, ağızlarına her geleni söyleyen onca Kürt Belediye Başkanı varken. “İsrail açılımı” dedik, Perez’e “one minute” diye bir tane çaktık. Sonra affedilmek için mayınlı toprakları temizleyin sizin olsun diye çırpınıp durduk.
“Irak açılımı” dedik, hedefimiz Musul, Kerkük’ü almak biliyorduk. Şimdi veriyoruz diyorlar, istemiyoruz. Kafamız karıştı.
“Çin açılımı” dedik Cumhurbaşkanı, bakanlar toplanıp gittik. Sonra “Urumçi’de soykırım var” deyiverdik. Şimdi ağızdan kaçanı yedirmeye çalışıyor Çin bize.
“Ermenistan açılımı” dedik, Cumhurbaşkanı öne düştü, milli maça gittik. Olmayan soykırımı yaptık diye özür dilemeye bile hazırdık. Ermeniler inatçı ve dişli çıktı, sınırı açmazsak maça gelmeyeceklermiş. Gelmezsen gelme diyen yok, ne hale düştük.
Kapana kapana İran oluruz diye korkarken açıla açıla çırılçıplak kalıverdik. Açıldık ey halkım unutma bizi!
* Nuray Yıldız / Habertürk

+++

Haberciliğin temeli
Gazeteciliğimin ilk yıllarından bugüne kadar pek çok haber yaptım, yazdım, yorumladım. Bizim öğrendiğimiz, habercilikte “kaynak ve belge” çok önemlidir. Bu ikisi sağlam değilse hiçbir şekilde o habere yer vermeyiz. Önümüze gelen “iddia” larla ilgili en azından bizi ikna edecek belgeleri ararız. Ancak ondan sonra haber gazetede yayınlanacak hale gelebilir.
* Can Ataklı

+++

Hilmi Özkök Paşa’ya...
Konunun vahametini bizim meslekten bir örnekleme ile anlatmaya çalışacağım. Bir gün büyük bir gazetenin genel yönetmenine bir uyarı geliyor.
İddialara göre bazı haber müdürleri sayfalarını kendi çıkarları için kullanıyorlar. Daha açıkçası yaptıkları veya yaptırdıkları haberler için para ya da armağan alıyorlar. Yine aynı çıkarlar doğrultusunda bazı haberleri sumen altı ediyorlar. Böyle bir durumda genel yönetmenin önünde iki yol vardır:
İddiaları inceler, doğruluğuna inanırsa gereğini yapar ve o müdürlere işten el çektirir. İddiaların aslı astarı yoksa zaten sorun ortadan kalkar.
İkinci yol delil olmadığı için olayın üstüne gitmez. Ama meslekten ayrılıp köşesine çekildikten sonra bu konuda konuşmaz. Bu örnek hemen bütün meslekler için geçerlidir.
İşte bu nedenle eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün tutumunu hayret ve ibretle izliyorum. Bir delinin ifadelerinden yola çıkarak açılan ve giderek laik demokratik cumhuriyete sahip çıkan yurtseverlere dönük bir imha hareketine dönüştürülen yargılamada sanık durumdaki insanlara zarar verecek açıklamalar yapıyor. Savcılara “Darbe hazırlıklarından haberim vardı. Ama delil yoktu” diyor. Bir gazeteye “Savcılara neyi öğrenmek istiyorlarsa cevap verdim. Ama hukuk kurallarının dışına çıkmadan. Savcılar eminim ki işlerini biliyorlardır ve onlara güvenmek zorundayız” diye açıklıyor.
Komutan, görevdeyken gereğini yapmadığı bir konuda bugün verdiği bu ifadelerle terör örgütü kurucusu, yöneticisi, üyesi olmakla ve darbecilikle suçlanan, defalarca ömür boyu hapisleri istenen silah arkadaşlarına, bilim adamlarına, gazetecilere, yazarlara ve aydınlara zarar veriyor.
Bu davadaki hukuksuzlukları, iddianame skandallarını, mantıksızlıkları deneyimli bir komutan olarak görmüyor!
* Tufan Turenç / Hürriyet

+++

Unutmamak lazım!
Laik bir ülkede, toplumsal yaşam dinin gerekliliklerine göre düzenlenmez. Devlet, böyle bir düzenlemenin içinde olmaz, olmamalıdır. Devletin görevi, herkesin kendi inancına göre yaşamasının şartlarını sağlamaktır. Herkesi aynı kurala uymaya zorlamak ancak İslamcı-faşist rejimler için geçerli olan bir durumdur.
* Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet

+++

MİNİ YORUM
Gözyaşları nasıl dinecek?

Tayyip Erdoğan toplumu bir nebze olsun yumuşatabilmek için, DTP’lilerin başı ile görüşürken evde bıraktığı Başbakan şapkasından tavşan bile çıkarabilir belki de, asıl mesele o şapkadan bir ’cevap’çıkıp çıkmayacağı. Açılımın ’a’sı anıldığından bu yana aynı temel vicdani soru var karşımızda: Şehitlerin hesabını kim verecek? Benzer bir soruyu Özden Yolagiden sormuş: Ülkedeki tüm analar 25 yıldır ağlıyor. Bakalım bu gözyaşları nasıl dinecek? “Askerlere kurşun sıkılmasını emreden kişinin gözlerinin içine bakıp ve çözüm önerilerini bekleyenler” cevaplasınlar bakalım...

Yazarın Diğer Yazıları