Vurun vatan hainlerine!..
Nihal Atsız “Türk Ülküsü” nde Türkçülüğün dört kaynağından birinin “Türklerin 200 yıldan bu yana çektikleri sıkıntılar” olduğunu yazıyor. O “sıkıntılar”ın peşine düşersek çağlar gerisine,“Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye” öğütleri bengü taşlara kazınan Bilge Kağan’a kadar gider “Türk kalmak”ta direnenlerle, kimliğini takasa hazır olanlar arasındaki büyük mücadele!
3 Mayıs 1944’ün iyi anlaşılmasını zorunlu kılan, bu mücadelenin, - “Türk Milliyetçiliği” temeli üzerinde kurulmuş olmasına rağmen- Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam edeceğine dair işaret fişeği olma özelliği bence.
“Mankurtlaştıran” virüs o denli bulaşmış bünyeye...
Bozkır çocuklarının “deniz aşırı” direnişi
Balkan Savaşı’nın, Birinci Dünya Savaşı’nın, Kurtuluş Savaşı’nın hatıralarıyla büyümüşlerdi; hasret türküleri ve belki ağıtlardı ninnileri... Derken... İlk çocuklukları, bir milletin tek yürek söylediği, zaferi ve hürriyeti müjdeleyen marşlarla şenlendi.
“Osmanlıcılığın” da, “İslamcılığın” da, “güruh” haline getirilmiş kitleleri “millet” leştirmeye yetmediğini, birleştiren, bütünleştiren “sihirli iksir” in Mustafa Kemal’in “ona sarılmaktan başka çaremiz kalmamıştı” dediği “Türklük” olduğunu tecrübe etmelerinin üzerinden sadece 20 yıl geçmişti.
2. Dünya Savaşı’nın gölgesinde, “Polonya’nın dragonları, hüzarları, uğlanları dahi Alman zırhlı tümenleri üzerine birer şeref hücumu yaparak intihar ederken”, Fransa, Yunanistan havlu atarken, kışı, kevgire dönmüş çadırlarda, onbinden fazla askerini salgın hastalıktan kaybederek geçiren ordunun Alparslan Türkeş gibi genç subayları endişeliydi...
Türkeş’in “Şef neye ‘milli’ denmesini irade buyurursa ancak ve derhal o ‘milli’oluveriyordu ve bütün kötülüklere karşı ‘milli bir sükut’ empoze etmiş olan milli şefin bir açlığa, sefalete ‘milli’ demediği kalıyordu. Hani aklına esse de ‘Bu açlık millidir, bu sefalet millidir’ deseydi, basınla radyo hiç şüphesiz bir ağızdan bağırabilirlerdi: Yaşasın milli açlık, yaşasın milli sefalet...” tasvirinden, “milli içki”mizin bile katettiğimiz kültür çağlarından damıtılarak değil de iktidarın talimatıyla belirlendiği bugünden hiç farklı olmadığı anlaşılan tam biat ortamında, “Ben Türkçü bir Başbakanım” diyen Şükrü Saraçoğlu’na bağlı Milli Eğitim Bakanlığı’nın “milli olmayan bir ideolojinin” sığınağı haline geldiğini gören Nihal Atsız gibi genç öğretmenler tedirgindi.
Onlar için bu hale “dur”demek “milli bir görev”di. Atsız, “Türkçü Başbakan” a hitaben yazdığı iki açık mektupla, devleti kuruluş felsefesinden uzaklaştırmaya dönük faaliyetleri ve faillerini ifşa ederken bu “görevi” yerine getirdiği düşüncesindeydi. Bu düşünce, suya atılan çakıl taşının oluşturduğu halkalar gibi genişledi. Sabahattin Ali’nin açtığı davanın ilk duruşması için geldiği Ankara’da, Atsız gara “Yaşasın Milliyetçi Türkiye” sloganları eşliğinde inecek, salona omuzlarda götürülecekti.
Karar verildi. Bu “marjinaller” e haddini bildirmenin vakti gelmişti; başlarını kaldırmalarına fırsat vermeden ezmeliydi; “Milli Şef” in emri geldi:
- Vurun vatan hainlerine!
İstiklal Marşı söylüyordu “hainler”.
Gözlerinin yaşına bakmadan vurdular!
3 Mayıs 1944 günü, davanın ikinci duruşmasında Atsız’a destek olmak üzere adliyede buluşup, Ulus’a yürüyenlerin “kafalarını yardılar, gözlerini patlattılar, kaburgalarını kırdılar...”
165 üniveriste öğrencisini, 14 asteğmeni tutukladılar... 250 Harbiyeli hakkında soruşturma açtılar... Ve Atsız’ı “Karadeniz ötesi” nin emperyalist çıkarlarına hizmet etmemek suçundan(!) cezaevine koydular...
Bugün yüzlerce aydının “okyanus ötesine hizmet etmemekten” ötürü benzer akıbeti yaşadığını görünce; “deniz aşırı” fikirler “bozkırın çocukları” na yaramıyor demek ki!
1 saat içinde Atsız’ın İstanbul’daki evini “gazeteleri, defterleri, yayınlanmamaış makaleleri” gibi çok tehlikeli suç aleti ve delillerini ele geçirmek üzere, üstelik de 4 yaşındaki çocuğunun gözleri önünde talan ettiler! Mustafa Balbay bu satırları okuyorsa “En azından ben bebeğimi son bir kez koklayabildim” diye teselli eder mi dersiniz kendini! İroni tabii; olur mu hiç gerekçesiz zulmün mukayesesi!
Türkeş’in o günü anlatırken kurduğu cümlelerden birinde işaret ettiği, -o gün ne kadar anlaşılabilmişti bilmem ama- bugün yüzümüzdeki yerleşik ızdırabın tek nedeni: “Onlar şimdi beyinlerindeki terör yılanına yedirecek siyasi kurbanlar aramaktaydılar.”
“Tekerrür” işte; 18 Mayıs 1944 günü yayımlanan bir resmi tebligatla Türkçüler, tıpkı bugün Bursa’da, İzmir’de toplanan, Adana’da toplanmaya hazırlanan, her gün başka bir Anadolu şehrinde, kasabasında “akiller”i “arifler” le tanıştıran milyonlar gibi “terörist” ilan edildi (Muhtemelen devlete sızmakla meşgul “milli olmayan ideoloji” mensupları da “aktivist” ti).
“Milli Şef” , 19 Mayıs 1944’te “Turancılara (...) Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız...” diyerek “milliyetçileri” hedef gösterince yol haritası netleşti: “Türk Milleti içinde yetişen seçkin şahsiyetler itibardan düşürülecek”ti.
Günün teknolojisi elvermediğinden illegal ses ve görüntü kayıtları, montajlanan konuşmalar, internet denen dipsiz kuyuya atılan asılsız iddialarla ruhlarını kanırtamadıkları için belki bedenlerini hedef alan şiddet delip geçen cinstendi:
Reha Oğuz Türkkan, 40 cm genişliğinde, 50 cm uzunluğunda, 2.5 m. yüksekliğindeki “tabutluk” larda, tepesinde 500 mumluk ampullerle gördüğü işkencelerde bir gözünü kaybetti.
Mehmet Külahlıoğlu ağzından kan fışkırana kadar ölesiye dövüldü, tüberkülozun pençesine düştü.
“Bu Vatan Kimin” gibi bir destana imza atan, okul kitaplarımızın demirbaş şairi Orhan Şaik Gökyay, sonradan “ 20 yy. Türkiyesini değil 14 asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm” diye tarif edeceği gibi, diri diri fırınlandı.
Prof. Dr.Zeki Velidi Togan gibi bir alim “özel emirle” günlerce aç susuz bırakıldı.
Alparslan Türkeş’in tırnakları söküldü.
Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek, Cemal Oğuz Öcal, Osman Yüksel Serdengeçti, Necdet Özgelen... Altından lağım geçen hücrelere atıldı.
Okurken Kuddusi Okkır, Fatih Hilmioğlu, Levent Ersöz, Serdar Öztürk... diye uzayıp giden “ışıksız, güneşsiz, rutubetli hücre mağdurları” listesi mi yazıyor zihniniz kendiliğinden; haklı.
Türk Milliyetçiliği’nin tehlikeleri ve zararları
Buyrun size başka bir “bugünle benzeştirme” fırsatı: İçeride bütün bu insanlık suçları işlenirken dışarıda ne oluyordu biliyor musunuz?
Devrin şöhretli kalemleri, iktidarın Türk Milliyetçileri hakkındaki ithamlarına delil ve gerekçe üretme yarışı yapıyordu!
Ülkenin gencecik askerleri, akademisyenleri, öğretmenleri, öğrencileri, doktorları yani “geleceği”; Orhun Dergisi’ne abone olmak suçu(!)ndan “gaddarlıkta Nemrut’a, Neron’a taş çıkaran” ların insafsızlığına terk ediliyor,
Üç gün içinde hakim önüne çıkarılmaları gerekirken aylarca hücrede tutuluyor,
Eşlerinden gelen “sıhhatini bildir” telgrafı suç delili sayılıyor,
“Suçunu” soranlar “iktidarı devirmek üzere kurdukları gizli cemiyetin faaliyetlerini anlatmaya” zorlanıyor,
Kazım Alöç mahkemede pişkin pişkin “Bunları yüksek mahkemenin huzuruna Cumhurbaşkanı adayları olarak değil hükümeti devirmeye kalkışan caniler, vatan hainleri olarak çıkarmış bulunuyoruz. Kendilerini saraylarda yatıracak değiliz. Elbette işkence yaptık” diye anlatıyor,
“Sıkıyönetim mahkemesi” nin tarafsızlıktan ayrıldığını ilan eden Askeri Yargıtay üyeleri emekliye sevk ediliyor,
Genelkurmay Başkanı, “Milli Şef’in suçlu ilan ettiğini sen nasıl beraat ettirirsin” diye hakime hesap soruyor,
Ve bütün bu olup biten karşısında gazeteler kamuoyuna ne anlatıyor biliyor musunuz?
“Türk Milliyetçiliği’nin tehlikeleri ve zararları” nı!
İşte biz böyle şerbetlendik... Fokurdayan bir kazanın içinde haşlandığımızı farketmiyorsak hâlâ 60 yıla yayıldığı içindir belki “kurbağa testi” ...
Ne kadar mütareke hastalığı varsa 3 Mayıs 1944’te “Cumhuriyet” e de sirayet etti! En ufak “alerji” de nüksediyor şimdi;
Böylece siliyorlar ülkenin dağından taşından “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” yi... Böylece 29 Ekim de, 23 Nisan da, T.C. de, Türk bayrağı da, seymen de, efe de, Atatürk de, Nutuk da, Gençliğe Hitabe de “yasaklı” hale geldi...
Nihal Atsız’ın savunmasında söylediği doğruydu, “Kimin hain kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecekti” elbet ama keşke tarihe bırakmayıp “o gün” anlayabilseydi Türk Milleti: “Bütün işlerimiz tamamı ile Türk olan, kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan insanlar tarafından idare edilmeli...” (Türkeş’in sorgusundan)
Bunun neden gerektiğini anlamamanın bedeli mi?
“Millete hizmet edebilmek için hayatımızı feda etmeyi göze alacak kadar cesur olmanın yetmediğini, alçakça iftiralara, şeref ve haysiyetleri yıkmak için tertiplenen suikastlara karşı da cesur ve dayanıklı olmak gerektiğini” de tecrübe ederek ödüyoruz işte şimdi!