Vicdanın olağan akışına kalsa...

Dünkü Zaman’da DHKP-C üyeliğinden hüküm giyen Arif Pelit’in hikayesini yazan Nedim Hazar, Yargıtay’ın oy birliğiyle aldığı “Evinde yapılan aramada ele geçirilen ve hayatın olağan akışına uygun düşmeyecek çoklukta çakmak ve maytapların örgütsel amaçla kullanılabilecek nitelikte olmaları gerekçesiyle Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’ne (DHKP-C) üyelikten 7,5 yıl hapisle cezalandırılmasına...” kararına veryansın ediyor:
“Bir insanın hayatından 7,5 yılı almak acayip bir şey olmalı. Büyük bir vebal ve sorumluluğu olmalı en azından. Kendi hayatımızı düşünelim, bazen anlamsız olarak geçirdiğimiz bir günün bile hesabını soruyoruz, kayıp olarak görüyoruz. 19 tane çakmaktan yola çıkıp 7,5 yıl hapisle cezalandırmak, ne tür bir vicdanın olağan akışına uyuyor bilemiyorum!
Ve acı olan şu ki; Arif Pelit’in davası: insanî olmaktan ziyade, bir tarafta vicdanı kararmış hukuk sistemi ile idraki ideolojinin insafsız çarklarından deforme olmuş savunma mekanizması arasında harcanıp gidiyor.

***

Gündem olağan akışı içinde seyretseydi çoğunuzun tahmin ettiğini sandığım gibi;
Ya 1. Ümraniye davasında hayatının 5 yılı alınanlar...
Ya 2. Ümraniye davasında hayatının 4 yılı alınanlar...
Ya Balyoz davasında hayatının 2.5 yılı alınanlar...
Ya Odatv davasında hayatının
1.5 yılı alınanlar...
Diye listeleyip bir kitaptan, bir makaleden, bir telefon görüşmesinden, daha fenası faili meçhul ihbar mektuplarından yola çıkıp da insanları “tutukluluk cezası”na çarptırmak ne tür bir vicdanın olağan akışına uyuyor, bunu hiç sorguladınız mı diyecektim Hazar’a...

***

Sonra o fotoğraf düştü ekranlarımıza:
Gecenin karanlığına karışan koyu renk eşofmanları içinde, bir donmuş bakışları bir de sargılı parmakları seçilebilen genç bir adam.
Adı Erhan’mış; Erhan Yakut.
8 şehit verdiğimiz son PKK saldırısında belinden yaralanmış. Gazi yani...
Hakkari Devlet Hastanesi’ndeki ilk müdahale ve Van Askeri Hastanesi’ndeki tedavisinin ardından 20 günlük moral iznine yollamışlar:
Sırtında kapanmamış bir yara, Ankara’dan Bursa’ya otobüsle, bir başına..
Fiziki ızdırap boyutu ayrı...
Bir de üzerine yüreğindeki yaraların acısı!
Daha üç gün önce ateşin ortasında kalan gencecik bir adam bu; arkadaşlarının kimlikleri DNA ile tespit edilebilecek hale gelişine şahitlik etmiş. Komutanı yanında can vermiş. Üstü başı kan, barut, insan eti kokuyor muhtemelen hâlâ. Ve muhtemelen gözünü kapatamıyor, karanlıkta düşmesin diye aynı çukura.
Sırtındaki yarayla saatler süren otobüs yolculuğunu reva görmek; vatan uğruna can vermenin kıyısından dönmüş bir evlattan kıymeti esirgemek, bu eziyet ayrı bir skandal...
Bir de işin ruhsal boyutu var.
Ya bu çocuk, tek başına çıkarıldığı yolculukta uykusundan çığlıklarla uyansa... Ya beyni taşıyamasa ağır gelse yaşadıkları bir nöbet geçirse, sinir krizine girse, kendini kaybetse... Kolay mı; Allah korusun ya kendisine zarar verse...
“Olmaz” diyebilir misiniz?
Kim, nasıl ödeyecek vebalini!
Gencecik çocukları davulla-zurnayla-koçum-arslanım diye sırtlarını sıvazlaya sıvazlaya ana kucağından, baba ocağından almak iyi, iyi de... Aman kıllarına zarar gelmesin, aman onurları(!) incinmesin diye Habur’da terörist karşılamasıyla ailelerine teslim ettiğiniz PKK’lılar kadar değeri yok mu vatan evlatlarının bu ülkede... Dağdan, terör kampından, katliam karargahından, ihanet inlerinden çıkıp gelenlere kırmızı halı töreni; vatana hizmet için gittikleri derme çatma sınır karakollarından, namlunun ucundan, kahpe pusulardan, hain tuzaklardan kurtulup da dönenlere otobüs bileti!
Bu ülkede “omuzlarda taşınmak” için illa ölmek mi gerekli!
Bu ülkede “var” sayılman için, “muhatap” alınman için illa Barzani mi, Zana mı, Öcalan mı olmak gerekli!

***

Vicdanın olağan akışına kalsa var ya böylesi bir ayıptan sonra ne asker, ne sivil biri bile oturamazdı o koltuklarda da “vicdan” tedavülden kalkalı çok oldu bu topraklarda...

+++

Yazıık; seni aralarına
almadılar mı

Aynı kanalda, aynı amaçla yapılan bir önceki programda, “ağzınızdan bal damlıyor” pozisyonu alan Taha Akyol, a Haber’deki son “Gündem Özel”in ardından Başbakan’ın üslubunu yanlış bulduğunu yazmış.
Erdoğan’ın 11 Ocak 2008’deki “Alevi iftarı”nda söylediği “Siyasetin görevi halkın bir bütün olarak ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaktır. Devletin görevi farklılıkları tanımak ve anlamaya çalışmaktır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimiz, bütün inanç gruplarına eşit mesafede durmak, hepsinin din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına almak durumundadır. Birbirimizi anlamak, tanımak ve sahiplenmek zorundayız. Birbirine hoşgörü ile bakanlar, birbirine öteki olamazlar” sözlerini hatırlatan Akyol şunu soruyor:
“Peki, TV’deki Başbakan “eşit mesafede”miydi?.. “Hoşgörüyle bakan” bir tavırda mıydı?! Maalesef hayır!
Başbakan, “birbirine ötekileşme“nin öfkeleri kaşıyarak her tarafta aşırıların ekmeğine yağ süreceğini unutmamalıdır.”
Ne oldu; geçen programda hiç böyle demiyordu!
Gerçekten merak ediyorum; Akyol o gece o stüdyoda olsaydı Erdoğan’ın Alevilikle ilgili yorumlarına karşı çıkar mıydı? Yoksa ağzı kulaklarında, dilinden “ne de güzel buyurdunuz efendim”ler mi saçılırdı?
Akyol’u rahatsız edenin hakikaten de Erdoğan’ın üslubu olduğuna inanabilsem
keşke...
Ama ya hissettiği sadece Başbakan’a çanak soru soran “A takımı”na dahil edilmemiş olmanın çekememezliği ise!
Merak işte...

+++

Dumanlı’ya ince gönderme
Ekrem Dumanlı, Saidi Nursi’nin namaz vakitleri ile ilgili sansasyonel yazısından sonra Ertuğrul Özkök’ü arayıp “yanlış yaptın” dediğini ve yazısını düzelttirdiğini yazınca, Özkök de aralarında geçen konuşmanın Dumanlı’nın yazmadığı bölümlerini paylaştı okuyucusuyla:
“Evet Ekrem Dumanlı aradı ve “çok yanlış bir şey yazdığımı” söyledi.
Yalnız yazısında eksik bir bilgi var.
Ben de ona aynen şunu söyledim:
“Biliyorum, bana bu soruyu aktaran arkadaşım, sabah çok erken uyardı. Ben de düzelttim. Şu an Hürriyet Web’e girersen, orada düzeltilmiş halini okursun” dedim.
O sırada Hürriyet Web’e bakmamış.
Ekrem Dumanlı yazıyı ertesi gün düzelttiğimi ima ediyor ama ben ertesi günü beklemeden, anında düzelttim.
O konuşmada Dumanlı bana bir şey daha söyledi. “Saidi Nursi’nin bu sözü çok bilinen bir şeydir. Burada gazetedeki arkadaşlar bu yanlışınıza çok gülüyor.
Ben de “Sağ olsunlar, şu sıkıntılı günlerde eğlenceli bir konu çıkmış” diye şaka yaptım.”
Özkök’ün yazısındaki asıl bomba aşağıdaki satırlarda saklı:
“Benimki insani bir hata... Kasıt yok... Sonunda sadece güldürmüşüm.
Ya, son 4 yılda yaptıkları haberlerle, attıkları manşetlerle, yazdıkları yorumlarla insanları, yakınlarını ağlatanlar...
Ben hatalarımı hiç saklamadım.
Ama son 4 yıla bakınca, kendimi avutacak epey malzeme buluyorum...”
Çaktırmadan nasıl çakmış ama...
Anlayana...

+++

Milli “avunma” bakanı
olimpiyat rekoruna koşuyor

Olimpiyatı seyrediyorum...
Atletimiz takozda kaldı, yarışamadan elendi, çok iyi durumdaydım, kesin ilk üçe girerdim diyor. Çekiççimiz, idmanda fırlattığından anca 10 metre aşağısına fırlatabildi, halbuki müthiş hazırlanmıştım diyor. Yüzmede bırak finali, yarı finalimiz yok, Yüzme Federasyonu Başkanımız, çok başarılı olduğumuzu, en başarılı olimpiyatlarımızdan birini yaşadığımızı söyledi, ki, aslında haklı, en azından hiçbir yüzücümüz boğulmadı, sağ salim dönüyorlar. Beş bin metrecimiz sonuncu oldu, çok iyi çalışmıştım, madalyayı hak etmiştim, galiba yemekten zehirlendim dedi. Bi başka koşucumuz onuncu oldu, Türkçe bilmiyor, Kenyalıymış, ne dediğini anlamadım ama, elendiğine göre çok iyi hazırlanmıştım dediğini tahmin ediyorum. Yelkencilerimiz rüzgârsızlıktan şikâyet ediyor, sanırsın, öbürleri yelkenleri vantilatörle şişirdi. Okçularımız ise, neredeyse hedef yerine hakemi vuracaklardı, karşı yönden esen rüzgârdan yakınıyorlar. Voleybolcularımıza göre, maçlar çok geç saatte oynandı, ondan... Gerçi, sabah oynadıkları maçı da kaybettiler ama, öğlen oynansaydı banko altın madalyaydı yani... Londra’nın serin ve yağışlı havasından etkilenen güreşçimiz bile var. Bilseydik romatizmalı güreşçi göndereceğimizi, bunu pas geçer, Rio’daki olimpiyata gönderirdik. Haltercilerimiz desen, halter kaldırmayı boşver, pazar torbası taşıyamayacak vaziyette, kiminin beli ağrıyor, kiminin dirseği uf oldu, kimi enfeksiyon kaptı, talihsizlik işte, yoksa çok iyi hazırlanmışlardı.
Sonra bi başkası çıktı...
“Çok iyi mücadele ediyoruz.
Çok iyi gidiyoruz” dedi.

***

Aha bu da “milli atıcımız” herhalde diye düşündüm. Meğer, siyasi haberlere geçmişler, Milli Savunma Bakanımızmış...
Terörle mücadelede ne kadar başarılı olduğumuzu anlatıyormuş.

***

Sene 2000, şehit sayısı 29
Sene 2001, şehit sayısı 20
Sene 2002, şehit sayısı 7
AKP iktidar oldu...
2003, şehit sayısı 31
2004’te 75
2005’te 105
2006’da 111
2007’de 146
2008’de 171
2009’da 152
2010’da 141
2011’de 163
2012, şimdilik 148.
H H H
“İyi gidiyor” dediği bu.
H H H
Dolayısıyla, milli atıcı denmese bile, milli savunma bakanı da denemez.
Olsa olsa...
Milli “avunma” bakanı’dır.
Yılmaz Özdil / Hürriyet

+++

Kafirle cihad ittifakı(!)
İslam literatüründe silahlı mücadele anlamı “gayrimüslimlerle savaş” demek olan “cihad”; ne gariptir ki bir halife tarafından son kez, gayrimüslimlerle kurulan bir ittifakı savunmak için açıldı!
Başka bir deyişle, Halife Sultan Reşat’ın 14 Kasım 1914’te ilan ettiği “cihad”la tüm İslam âlemine yaptığı “küffarla mücadele” çağrısı, Osmanlı devletini “kafir” Almanlarla el ele, omuz omuza savaşacağı Birinci Dünya Savaşı’na sokmak içindi...
1970’lerden bu yana kendinden menkul İslam otoriteleri, kendi çaplarında pek çok “cihad” açtılar “kafirlere” karşı. Ama Hilafet’in meşru bayraktarı Sultan Reşat’ın açtığı sonuncu “cihad” Almanlarla ortak bir savaş uğruna yapılmakla kalmadı, sonraki Halifeleri de “kafir” Almanlarla işbirliği sonucunda kutsal topraklardan çekilmek, hatta Hilafet başkenti İstanbul ve hemen tüm Anadolu’yu elden çıkaran anlaşmalar yapmak, zorunda bıraktı.
Dost “küffar”la ittifak için açılıp, hilafet makamının düşman “küffar” emrine girmesiyle biten son meşru “cihad”a ilişkin bu çıplak gerçek, epeyce utanç verici olmalı ki, hemen hiç dillendirilmez! Halifeliğin kaldırılmasına pek hayıflanan ve Osmanlı’nın hilafet bayrağını yeniden dalgalandırmak için yanıp tutuşanlar görmezden gelir, bilenler de bildirmemeye özen gösterir.

***

Oysa o cihad, salt Halife Sultanlara diz çöktürüp mülkü parçalamakla kalmamış, Mondros Mütarekesi’ne kadar 400 bin askerin yaralanmasına, 35 bin askerin aldığı yaralar, 240 bin askerin hastalıktan ölmesine, 50 bin askerin savaş alanlarında şehit verilmesine yol açmıştır. 1 milyon 560 bin askerin de hasta, firar, esir ve kayıp olarak, toplam 2 milyon 285 bin kişinin hayatını çalmıştır!
Hasta, firar, esir ve kayıp sayısına dikkatinizi çekerim. Her iki dünya savaşında tüm taraflar çok ağır kayıplar vermesine karşın, bir savaşta muharebe dışı kalan böylesine yüksek bir “yitik askeri güç” oranı, ancak bizim ülkemizin tarihinde vardır. Son demlerinde öylesine derbederdir ki Osmanlı devleti, savaşmadan yitirilen bu 1 milyon 560 bin kişiden kaçının firar ettiği, kaçının tedavi edildikten sonra birliklerine gönderildiği ve hatta esir düşenlerin sayısı arşiv kayıtlarından çıkarılamamakta, ama içlerinden en az 200 bin askerimizin, düşmana esir düştüğü tahmin edilmektedir.*

***

Bu coğrafyanın gelmişinden midir, geçmişinden midir bilinmez, ama yaşadığımız topraklarda insan canının asla değeri olmamış, ecelsiz ölüm olağanlaşmış, ne kan dökene hesap sorulmuş ne de dökülen kanın çetelesi tutulmuştur... Salt Birinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrası değil; Cumhuriyet döneminde de 1930’lardan 1970’lere, 1980’lerden 2012’lere kadar önce mürteci ve Kürt isyanları, ardından iki askeri darbe öncesi terör eylemlerine, sonra darbecilerin işkence ve şiddetine, sözde sivil hükümet dönemlerinde de kim vurduya ya da “faili meçhul” cinayetlere kurban gidenlerin tam sayısının bilinmemesinde, soruşturulmamasında ve insanların PKK teröründen koca şiddetine sinekler gibi öldürülmesine karşı geliştirilen ilgisizliğin bir başı vardır: Osmanlı devletinin davar kellesi alır verir gibi kul canı alıp verdiği katle dayalı otorite geleneği. Osmanlı sultanlarının, öz kardeş ve çocuklarını “katli vaciptir” fermanıyla boğdurmasıyla mühürlü, vahşet hukukuyla taçlandırdığı bir şiddettir, bu!

***

Tarihin diyalektik devinimi, Osmanlı’yı bitiren Birinci Dünya Savaşı’nın biçimlediği Ortadoğu sınırlarının yeniden çizileceği çağ kavşağında, bu kez Türkiye Cumhuriyeti’ni hemen aynı parametrelerin açmazına soktu. İkinci kez düşülen aynı tuzak, bu kez Türkiye’nin bölünmesiyle mi sonuçlanacak?
*Kaynakça: Cemalettin Taşkıran/Ana Ben Ölmedim, Türkiye İş Bankası Yayınları, 4. Baskı 2011.
Mine Kırıkkanat / Cumhuriyet

Yazarın Diğer Yazıları