Vekil kocası coştu
AKP Milletvekili Özlem Türköne’nin siyaset bilimci eşi Prof. Mümtazer Türköne Diyarbakır’ın adının
değiştirilmesinde bir mahsur görmediğini söyledi
AKP iktidarı çıkarmaya hazırlığı, “Eve Dönüş Yasası” na yönelik kamuoyu oluşturmak için başlatılan seferberliğe AKP Milletvekili Özlem Türköne’nin profesör eşi Mümtazer Türköne de katıldı. Sabah gazetesi tarafından “entellektüel ülkücü” diye takdim edilen Prof. Mümtazer Türköne, iktidarın “açılımları” na parelel görüşler sergilerken inciler döktürdü. “Siyasi çözüm” den bahseden Mümtazer Türköne, “Ana dilde dilekçe ve referandumla bir şehrin adının değiştirilmesi hakkının verilmesi” ni isteyecek kadar ileri gitti. Prof. Türköne’ye göre, “Eve Dönüş” projesi sadece teröre değil “Kürt sorunu” na da çözüm getirecek. Terör örgütü PKK’nın tasfiyesi için de düğmeye basıldı. İşte Prof. Türköne’den bazı inciler:
“Yeni projenin 1999’daki düzenlemeden bir farkı var. İnisiyatif bütünüyle sivil siyasetçilerin elinde. AKP’nin Kürtleri temsil etmesi aynı zamanda projeyi gerçekçi bir hale getiriyor. Af, büyük bir planın parçası gibi.
....
Affın pişmanlık gibi rencide edici kavramlarla değil toplumsal barış projesi olarak gündeme girmesi gerekiyor. 1994 Avrupa Azınlık Dilleri Şartı veya Bölgesel Dillerin Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşmesi’nde Türkiye’nin hâlâ imzalamadığı bazı haklar var. Anadilde dilekçe verme, ana dilde ifade verme hakkı, bölge halkının referandum yapıp bir kentin adını değiştirmesi gibi. Bunların yapılmasında bir sakınca yok. Diyarbakır’ın adı Amed (PKK jargonunda Diyarbakır’a verilen ad) olabilir. Eğer Kürtlere onurlarıyla, kendilerini eşit hissedecekleri bir siyasal atmosfer sunarsanız, onlar da kendilerini bu ülkenin tamamına ait hisseder.”
Prof. Mümtaz Türköne ortaya attığı uç fikirleriyle milliyetçileri öfkelendiriyor.Özlem Türköne, şovmen Okan Bayülgen ile kavgasıyla hatırlarda kaldı.
Sevindikleri şeye bak!
Son günlerde okuyorsunuz; ne kadar büyük iş yaptık! Çikolata üreten bir firmayı satın aldık! Sanki banka, rafineri, demir çelik tesisi veya bilgi toplumunun “ana taşı” olan bir şirketi satın aldık!
Aldığımız “ağzımızdan giren, sindirip dışarı attığımız” bir ürün! Olsa da olur, olmasa da!
Avrupa’da kimse “Godiva” yemezse ölmez ama “Türkiye’de satılan bankalar kredi üretmediğinde, satılan rafineriler petrolü işlemediğinde, satılan telekomünikasyon şirketleri imkân tanımadığında evden bile çıkamazsınız!”
Sevgili dostlar, “stratejik sektör” ve “ekonomik güvenlik” gibi kavramların atlandığı ülkemizde, “Avrupa’nın yediği çikolatayı ben ürettim”, “yattığı yatağı ben düzelttim” gibi “abes” kavramlara sevinmeye devam ediyoruz...
Kimse kusura bakmasın, “alıcı gıda devi olduğu için” bu operasyon “kendi adına çok önemli” olabilir ama Türkiye adına “çok fazla bir şey ifade etmez”... Ayrıca bu alımdan dolayı kendilerini kutluyorum...
Peki hangi sektörler daha önemli? Örneğin “reel sektöre kan pompalayan” bankacılık sektöründe hangi noktadayız?
İşte detaylar:
* Bankacılık sektöründe yabancı sermaye payı günümüz itibarıyla yüzde 51’in üstünde. Borsa payları ve büyüme de dikkate alınırsa pay yüzde 60’ların dahi üzerine rahatlıkla
çıkabilir.
* Satışa çıkarılan bankaların (Ziraat Bankası’nın tamamı, Halkbank ve Vakıfbank’ın yüzde 51’i) yabancıların eline geçmesi halinde, sektördeki yabancı sermaye oranı yüzde 70’in üzerine çıkacak.
* Gelişmiş AB ülkelerinde oranlar oldukça düşük. Örneklemek gerekirse; AB ülkelerinden Almanya’da yabancı sermaye payı yüzde 5, İtalya’da yüzde 8, İspanya’da yüzde 10, Hollanda’da yüzde 11, Danimarka’da yüzde 17, Avusturya ve Fransa’da yüzde 19, Yunanistan’da yüzde 20’nin dahi altında...
* Yabancı payının yüksek olduğu ülkeler AB’nin ve IMF’nin kontrol ettiği daha doğrusu sömürdüğü ülkeler. Bunları da örnekleyelim; Estonya’da yüzde 100, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 95, Slovakya’da yüzde 93, Meksika’da yüzde 82, Macaristan ve Polonya’da yüzde 65, Arjantin’de yüzde 48, Peru’da yüzde 47, Şili’de yüzde 42.
* Yabancı bankaların, ülkeyi siyasi-ekonomik krizler öncesinde ve sırasında ani terk etme riski, finansal aracılık hizmetlerinde şok düşüşlere yol açarken, artan rekabet, yerlileri aşırı riskli alanlara itecek.
Sonuç: “Yabancı sermaye” adı altında maddi birikim ve bilginin Türkiye’ye gelmesine ne ben, ne de bu tip uyarıları yapan diğer dostlarım karşıyız. Kesinlikle değiliz ama her konuda olduğu gibi bu dinamik için de “optimal” bir nokta var ve Türkiye “optimal” noktayı geçmek üzere. Bu gerçekten yola çıkarak, hem sizlere, hem yetkililere, hem de siyasi otoriteye yeniden hatırlatmak istiyorum; AB genelinde de hukuken engel olmamasına rağmen, banka satışlarında “görünmez” bir politika izleniyor ve ulusal çıkarlar doğrultusunda gerekli oranlar mutlaka korunuyor. Biz “stratejik olan” her şeyimizi “verirken”, “yeme-içme-hizmet-bez dikme” gibi sektörlerde “öne çıktık, şirket aldık” diye seviniyoruz.
Son söz: Türkiye, çok kritik bir sınırda, banka devirlerine izin verme konusunda “görünmez el” i devreye sokmalı ve sınırların aşılmasına asla ama asla izin vermemeliyiz! Tekrar ediyorum; Türkiye “her alanda” geri dönülmez noktaya doğru gidiyor ve “esas olanı” devrederken, karşılığında “olmasa da olurları” alıyor!
Not: “Ne yapabiliriz?” diyenlere şunu söyleyebilirim; Halkbank’ın blok satışından vazgeçilebilir ve bankacılıkta oranın “dengede kalması” ne olursa olsun sağlanabilir...
* Yiğit Bulut / Vatan
Korkmaz’ın ipi çekildi
Yazılarında ABD’yi eleştirdiği için köşesini kaybeden Tamer Korkmaz’ın Zaman’daki işini de kaybettiği açıklandı. Durum kamuoyuna Zaman Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın “Bir yazara veda” başlıklı yazısıyla duyuruldu. Anlaşılan, gazete yönetimi Tamer Kormaz’ın yazılarındaki ilhamı “kirli” bulmuş olacak ki Ekrem Dumanlı yazısını, “Allah, kalemine tertemiz ilhamlar bağışlasın” dileğiyle noktaladı. İşte o yazı:
Çok sayıda okurumuz Tamer Korkmaz’ın uzun zamandır yazmadığını fark ediyor ve bazı internet sitelerinden yükselen bir kısım tezviratlara binaen sorular soruyor. Hayat böyle bir şey; kâh umut dolu başlangıçlara şahit oluyorsunuz; kâh buruk vedalara. İkisi de hayatın kaçınılmaz gerçeği, ikisinin de kendine göre bir değeri var. Tamer Korkmaz bu gazetede uzun süre çalıştı, yazı yazdı. Vaktiyle yayın mutfağında da görev yaptı. Gün geldi, yurtdışına gönderildi, gün geldi danışman gibi de çalıştı. Hayırlısı. Bu gün için arkadaşımızla yollarımız resmen ayrılmış oldu. Umarım herkes için hayırlısı budur. Allah bundan sonra çalışacağı gazetede yardımcısı olsun, kalemine tertemiz ilhamlar bağışlasın.
* Ekrem Dumanlı / Zaman
Türkiye’yi 1919’da kim işgal etti?
Biz bunu tarih kitaplarında Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya olarak okuduk, böyle öğrendik. Oysa işgalciler arasında Amerika Birleşik Devletleri de var.
Hulki Cevizoğlu “Gizli bir el, resmi tarih kitaplarımızdan ABD adını kazıyıp çıkartmıştı” diyor ve Amerika’ya “Maskeli işgalci” adını veriyor.
Cevizoğlu kitabında, 1919 yılında Türkiye’yi işgal eden devletler arasında Amerika’nın da bulunduğunu, belgelerle, fotoğraflarla kanıtlıyor.
İlginç eserde, Amerika Başkanı Wilson’un, Türkiye’yi, Ermenistan, Kürdistan, Lazistan ve diğer etnik parçalardan olmak üzere dörde böldüğü, işgal sırasında İstanbul limanında Amiral Bristol komutasında 20 Amerikan savaş gemisinin bulunduğu, 4 bin Amerikan askerinin diğer işgalcilerle birlikte İstanbul’a ayak bastığı, bir Amerikan zırhlısının Samsun’u bombaladığı, Yunanistan’ın, ABD’nin 1919’daki PKK’sı olduğu anlatılıyor.