Vatana hıyanet eden Resul de olsa asarım...
“O gece, Diyarıbekir’in her gecesi gibi çok yıldızlı çok parlaktı. Bir iki saat sonra Cumhuriyet’in irtica ile boğuştuğu kanlı günlerin bir şafağı daha sökecekti... Belediye’nin önüne dört sehpa konulmuştu. Seyit Abdülkadir, oğlu ve yardakçıları bu sehpalarda cezalarını buluyorlardı. Seyit Abdülkadirzade Seyit Mehmet’in ilmik boynunda iken sesi duyuldu. Seyit Mehmet büyük bir imtiyaz istiyordu. Her kötülüğü yapacaklar, hiçbir kanun eli, hiçbir devlet kuvveti kendilerine ilişemeyecekti. Seyit Mehmet bağırıyordu:
-Resul evladı asılmaz, Resul evladı asan millet iflah olmaz!...
Bu zorbalık ve irtica hırıltısına karşı genç Türkiye’nin sesi, henüz otuzunu doldurmamış bir subayın ağzından yükseldi:
-Vatana hıyanet eden Resul de olsa asarım...
Bu ses, manzaraya müstesna bir ulviyet verdi. Vatan sevgisi hıyaneti boğmuştu”. Naşit Hakkı Uluğ ( “Derebeyi ve Dersim” adlı kitaptan)
Bunlar böyledirler işte, her melaneti işler, sonra da “evlad-ı resul” üz derler. Seyit Rıza da idama giderken “evlad-ı kerbalayıh, günahtır” diye yalvarmıştı.
Bu “evlad-ı kerbela” , halkın başına nasıl bir belaydı, devlet düzenine nasıl bela kesilmişti, bunu görelim şimdi de.
Osmanlı devrinde. Meşrutiyet’e yakın günlerde, Dersim İdare Meclisi’nin raporundan kısa bir alıntı önce:
“Hozat, Mazgirt, Nazımiye ve Ovacık vergi vermiyor. (...) Hayvanlarının yüzde onunu ağnam vergisine yazdırmıyorlar. Yazılan vergi hesabına da ancak üç beş kuruş verip atlatıyorlar. Bunu gören itaatli halk da vermemeye başlıyor. Bir yandan da civarın hayvanlarını vuruyorlar, onların da vergisi düşüyor.” (Kaynak: Naşit Hakkı Uluğ/Tunceli Medeniyete Açılıyor)
Cumhuriyete gelindiğinde de bu durum aynen devam etmiş. 1937 yılında çıkan Dersim İsyanı’nın gerçek nedeninin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 1935’de çıkardığı “Tunceli Yasası” olduğu biliniyor. Yüzyıllarca halkı sömüren güçler, bu yasaya tabii ki razı olmayacaklardı. Dr. Suat Akgül’ün “Dersim İsyanları ve Seyit Rıza” adlı kitabında, isyandan önce bir toplantı yapan aşiret reislerinin, devlete şu ültimatomu vermeyi kararlaştırdıklarını yazıyor:
1- Dersim vilayetinde karakol yaptırmaktan vazgeçeceksiniz,
2- Köprü kurmayacaksınız,
3- Yeni ilçe ve bucak merkezleri ihdas etmeyeceksiniz,
4- Silahlarımıza dokunmayacaksınız,
5- Biz her zamanki gibi pazarlık usulüyle vergimizi vereceğiz.
Peki devlete böyle bir ültimatom vermeye cüret eden aşiret reisleri, nasıl vergi toplarlardı? Bunun cevabını Naşit Hakkı’nın “Derebeyi ve Dersim” adlı eserinde buluyoruz. İşte o eserden çarpıcı bir örnek:
“Seyit Rıza’nın yanında idim. Civardan bir köylü ve karısı ağlayarak geldi ve Seyid’in mekruh ayağına kapandı:
-Ne olur, hayvanımı size getirmişler, verin... diye yalvardı.
(...) Seyit, sakalını sığadı ve bana döndü:
-Görüyor musun, malı giden ne tuhaf oluyor. Diye gülmeye başladı. Seyit gülüyor, etrafında diz çöken dört beş avanesi bu sözü kahkahalarıyla teyit ediyorlardı. Oğlu yanıma sokuldu:
-Ne yapalım, biz de böyle vergi alır, fukara yüzünden geçiniriz, dedi. Sonra öğrendim; Seyit Rıza’nın biçare köylünün işine bakacak, diye gönderdiği adam, her zamanki tarifeyi tatbik etmiş. (300) meçi; almadıkça katırı vermemiş..”
İsmail Hüsrev Tökin, “Köy İktisadiyeti” adlı eserinde, Dersim’de 230 köye hükmeden Seyit Rıza’nın vergisel hükümranlık alanının Batı illerine kadar uzandığını yazıyor.. Seyit Rıza’nın “Maliye Nazırı” İstanbul’a giderek her yıl Kürtlerden cizye toplamaktaymış. (Kaynak: Doğu Perinçek/Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu)