Var böyle kendini bilmezler...
Türkiye’nin karanlıktan kurtulmasını Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hrant Dink ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümlerinin aydınlatılmasına bağlamış Hüseyin Gülerce. Diyor ki;
“Bu dört cinayetin de karanlıklarda kalması için yargı, medya ve devlet içinde bazı odaklarda olağanüstü bir direnme var. Tanık ve kanıtlar buharlaşabiliyor, resmî belgeler imha edilebiliyor... Vesayet bütün adamları, bütün imkânları ile planlı, teşkilatlı bir” sis püskürtme operasyonu yapıyor... Yalanlar, karartmalar, bulandırmalar o raddeye geliyor ki, “karanlığın adamları” maktullerin yanında, safında görünebiliyor. Törenlerde, gösterilerde, yürüyüşlerde boy gösterebiliyor. Hedef şaşırtmak, kafaları karıştırmak için, cinayetleri aydınlatma adına kitaplar, yazılar yazabiliyorlar...”
Her satırının altına imza atıyorum...
Aynen böyle yapıyorlar değil mi Sayın Gülerce?
Abdi İpekçi’nin, CIA Ajanı Paul Henze ile yaptığı görüşmenin hemen ertesinde...
Uğur Mumcu’nun tam da CIA-MOSSAD-Barzani ilişkisi üzerinde çalıştığı dönemde...
Hrant Dink’in “kripto Ermeniler”i ifşaata yeltendiğinde öldürüldüğünü unutturmaya çalışıyorlar.
Muhsin Yazıcıoğlu kazasının, “tarlalarını sürenleri keşfettiği ve muhtemelen deşifreye hazırlandığı” günlere denk geldiğine hiç değinmiyorlar.
Üstüne üstlük bu gerçeklere dikkat çekmeye çalışanlar hakkında kara propaganda yaparak, onları etkisizleştirmeye çalışıyorlar, susturulmaları için hedef gösteriyorlar... “Cinayeti gördüm” diyenleri tanık yerine sanık sandalyesine oturtmaya çalışıyorlar değil mi?
Hepimizi aptal yerine koyarak, ayıp ediyorlar, çok ayıp ediyorlar.
Siz daha iyi bilirsiniz; Sayın Gülerce var böyleleri değil mi!
İstanbul halleri
An itibariyle evde mahsurum...
Gerçi güneş açtı ama ”aldanmayın kar topluyor“ diyor televizyondaki hava durumu spikeri.
Bir kanalda metrobüslerin çalışmaya başladığını söylüyorlar öteki kanalın muhabiri arapsaçına dönmüş trafiğin ortasında kar küreme aracını kullanan şoförün trajikomik cevabını getiriyor ekrana:
”Yolu açın diyorsunuz da, yollar kapalı nasıl gelip açalım!!!
“Velev ki gittin, dönüşü olmayabilir” dedim kendi kendime; iyisi mi otur oturduğun yerde!
İnanılmaz bir dayanışma ruhu(!) var sokakta, herkes birbirini “Hiç boşuna yürüme hemşehrim metrobüs çalışmıyor” deyip geri döndürüyor! Amcanın biri on durak gidip yolda kalınca, “Başlarım böyle işe” deyip işyerine üç durak kala geri gelmiş iyi mi!
Okullar kapalı, kamu kurumları tatil...
Ama “yetkililer” “ulaştıracağım” diye azmederse ne kar, ne tufan hepsi aşılabiliyor galiba. Baksanıza Kemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan’ın ekranda anlattıklarına:
“Devlet Silivri’den mahkemeye giden mahkumlar için greyder tahsis etmiş, onun peşine takılıp bir saat 20 dakikada gelmeyi başardık!”
Velhasıl -7, -8 derecede hayat durdu İstanbul’da...
Düne kadar ajanslardan geçen “Erzurum’da sular dondu, Ağrı’da köy kolları kapandı, Kars’ta hastaneye gitmeye çalışırken yolda mahsur kaldılar...” haberleri çoğumuza “masal” gibi geli-
yordu oysa!
Uzaya dahi gitmişken, okyanusların içinden tüneller geçirirken, 30 kilometre uz-
aktaki şehir merkezine mi ulaşamayacaktı insanoğlu!
Ne oldu; on dakika uzaktaki işyerine bile ulaşamadın işte!
Seksenler...
Dizinin adı Seksenler.
Parti konsepti gibi!
Gördüğüm kadarıyla hayli beğenildi ama bence “darbelerle hesaplaşan, tarihiyle yüzleşen iktidarın borazanını andıran TRT”, seksenleri “komedi” değil “trajedi” formunda ele alabilmeliydi!
Gencecik insanların bir şafak vakti ansızın, hukuksuz biçimde idam edilmesiyle başlayan ekonomik anlamda resmi esaret dönemine girilen o yıllar yüzümüzü güldüren bir miras mı bıraktı sanki!
Ayşenur Arslan “Gazetecilik tehlikeli bir meslek” diyor... Doğru “yoldan çıkar”sa hayli tehlikeli hale gelebiliyor...
“İktidarı öven gazeteciler”e ağır soru: Bu pislikle nasıl yüzleşeceksiniz?
Atıldı, zincirinden kurtuldu.
İç sesini dışa vurdu.
Dilinin altında, yüreğinin kanayan köşesinde, benliğinin derinliklerinde kanserli bir hücre gibi gizlediği gerçeği açıkladı:
İktidar emrediyor.
Biz yazıyorduk
Mehmet Altan’ın, “Hükümet bu habere kızar, bu habere kızmaz anlayışı hakim. Eleştirel yazanlar işten atılıyor. Sindiriliyor.” cümlelerinin açık anlamı; “İktidar emrediyor, biz yazıyorduk” demektir.
İktidarı öven gazeteciler!
10 yıldır iktidar emrediyor.
10 yıldır siz yazıyordunuz.
10 yıldır iktidar kulu oldunuz.
Birlikte, beraberce, söz ve karar birliği yaparak iktidarı övüp göklere çıkardığınız en yakın arkadaşınız Mehmet Altan, gazetesinden atılınca itiraf etti:
Biz sahtekar yazıcılardık diyor.
Saptırıcıydık, yanıltıcıydık.
Okura igva edici (saptırıcı) iyimserlik aşıladık. Hep iktidarı övdük. Bizden istenen buydu. Dosthane eleştiri bile kabul edilmiyordu. Halkı kandırdık, okuru aldattık. Gerçeği saptırdık. Bunu yapmayanları işten attılar.
***
Mehmet Altan’ın bu acı itirafı üzerine dün gazete bayisine gittim. İktidara yandaş olmuş 25 ayrı gazete satın aldım. Bu 25 gazetede Mehmet Altan’ın tarif ettiği türden; “Türkiye’de ne yapılıyorsa ilk defa yapılıyor. Bu yapılanlar yeni bir Türkiye yaratıyor. Bu sayede dünya bize hayran kalıyor. Avrupa, gelin bize ders verin diye yalvarıyor.” diye 10 yıldır igva edici iyimserlik yazan 180 yazar ismi saydım.
İçlerinde şöhretliler var.
Yükünü tutmuşlar.
Yalılarda oturanlar.
Lüks jiplere binenler.
Komünistlikten liberalliğe dönenler.
Başbakan uçağından inmeyenler.
Her yıl hacca gittiğini yazanlar.
Umreden yeni döndüm diyenler.
Eski solcu şimdi dudağı rujlu “yetmez ama evetçi” bayan kalemler ve başı türbanlı mütefekkir hanımlardan bu 180 iktidar yandaşı olmuş gazete yazarı, şimdi ne diyecekler? Arkadaşları Mehmet Altan’ın; “AKP’ye yakın gazeteler siyasi baskıyla işadamlarını korkutup ilan alıyorlar” açıklamasıyla nasıl yüzleşecekler.
***
Onlar danışıklı yazı yazıyorlar.
Gazetenin patronu; bu danışıklı yandaş yazıları silah yapıyor. İşadamlarını korkutuyor. 1 sattığı halde 100 satıyorum diye yalan söylediği gazetesine ilan alıyor. Bu ilanlardan akan paradan da yandaş yazara yüklü maaşlar veriyor. Şimdi soru şu: iktidarı öven gazeteciler siz bu pislikle nasıl yüzleşeceksiniz?
Mehmet Altan kovuldu.
Cesareti geldi.
Pislikle yüzleşti.
Necati Doğru / Sözcü
Kar değil bomba yağıyor gibi
Sanırsınız ki İstanbul’a bir metre kar yağdı...
10 santim...
*
“Kriz masası” kuruldu...
Kriz masasında alınan kararla “Sarı alarmdan kırmızı alarma” geçildi... O da kırmızı alarmdan sonra geçilecek alarm rengi kalmadığı için...
Vali koştu diyeceğim ya...
İki koruma kollarından tutup, ikisi yanlardan, ikisi alttan bacaklarına sarıldı ki, hani öyle fazla da koşmasın...
İniş aşağı tutamazsın da...
*
Belediye Başkanı çıktı bakmaya; esaret nasıl?..
Gören yolunu kaybetmiş Eskimo sanır...
Kürk, kalpak, kulaklık, kalın tabanlı vakumlu kaymaz ayakkabılar...
En altta, çorapların içine sokulmuş çizgili pijamalar, bu durumlarda en iyisidir, beyaz esarete karşı...
*
Şirketler, kamu kurumları, tapu, nüfus, tarım il, belediye, her yer tatil edildi.
Meteorolojiyi açık bıraktılar neyse ki...
*
Uçaklar uçamadı, vapurlar yüzemedi...
TEM, çevre yolları kapandı...
Uçan TIR’ın plakasına bakın; Antalya...
Trafik müdürü, “Aman frene basmayın arkadaşlar” dedi... En çok gelen soru “Frene basmayınca nasıl duracağız” sorusu...
Basmasa gidiyor, bassa gidiyor çünkü...
*
Televizyondaki muhabir “olay yerinde” canhıraş “Şu an kar yağıyor!” diye bağırıyor, gözümün önüne onu dinleyen Erzurumlu geliyor...
Öyle bağırdığına bakılırsa sanki bomba yağıyor...
Bir metre karın altındaki Ankara’da biz de ekran başına toplandık da, İstanbul’a 10 santim kar yağmasına üzüldük yani...
*
Anadolu’da iki metre kar yağıp da 2 bin 300 köyün yolu aylarca kapandığında, en son haber bile olamazken... İstanbul’da köy yolları (Bakırköy, Yeşilköy, Kadıköy, Erenköy, Mecidiyeköy vs.) kapandığında kıyamet kopuyor...
Yani “Türkiye yansa, İstanbul’un keyfi yerindeyse, kimse bunu umursamaz”ın tam tersi...
10 santim kar birader...
*
Yazının burasında bizim Bilal, “Kar nedeniyle yazıyı erken istiyorlar abi” diye arıyor...
Sonuna şarkı koyunca bitiyor zaten yazı:
“Karlar düşer...
Düşer düşer ağlarım...”
Bekir Çoşkun / Cumhuriyet
Manşetler, günlerdir, alt tarafı iki parmak kar’la dolu... “Müjde sayın seyirciler, soğuk hava dalgası, nihayet İstanbul’u terk edip, Doğu’daki şehirlere kayıyor” diye zırtlayan zurna bile var televizyonda, hastayı alıp gelsene, niye illa sırtında ambulans taşıyorsun?“ denmiyor tabii!
Yılmaz Özdil / Hürriyet
Bir çok meslektaşının aksine İpekçi’yi unutmadı
Ölümü 12 Eylül’ün kilometre taşlarındandı
Bugün 1 Şubat... Milliyet’in efsanevi genel yayın müdürü Abdi İpekçi’yi öldürülmesinin 33. yılında saygıyla anıyoruz...
Abdi Bey’i öldüren M. Ali Ağca yakalandı ama arkasındaki örgüt bugüne dek ortaya çıkarılamadı. Cinayetten sonra yoğun bir haber kirliliği oluşturulmuştu; katilin arkasında kâh KGB var denildi, kâh Bulgar gizli servisi, kâh silah kaçakçıları... CIA ajanı Paul Henze hedef şaşırtıcı haber operasyonlarında yoğun biçimde görev aldı. Ne var ki, sonuçta kesin bir hedefe ulaşmak mümkün olmadı... İstenen de buydu...
Abdi Bey’in katledilmesi 12 Eylül darbesine giden süreçte büyük bir kilometre taşıydı... Faili meçhul cinayetler çoğunlukla halkı yılgınlığa sürüklemek, askeri darbeyi meşrulaştırmak için düzenleniyordu... İpekçi cinayeti o yolda en büyük şok olmuştu...
Abdi Bey Milliyet’e ruhunu vermiş olan gazetecidir...
Gazetemiz hâlâ ”Abdi İpekçi’nin Milliyeti“ diye anılır... Abdi Bey, ilkokul bilgi yarışmaları, folklor yarışmaları, müzik yarışmaları düzenler, sayfalarda çocuklar, gençler ve kadınların okuyacağı alanlar açardı. Milliyet kendi okurunu küçükten ele alarak yetiştirmiştir. Gazeteye erken yaşta bağlanan çocuk ve gençler sonraki yıllarda Milliyet’in en has okurlarını oluşturdular. Fenerbahçeli babamız Milliyet’i spor sayfasının zenginliği nedeniyle alırdı. Biz Milliyet’i resimli romanlarından okumaya başladık. Sonra diğer sayfalarına geçtik. Milliyet, erken yaşta gazete okuru olmamızda büyük rol oynadı. Ve kader günün birinde bizi de Milliyet’in bu köşesinde göreve getirdi. Abdi Bey’in anısı önünde saygıyla eğiliyor, sevenlerine uzun ömür diliyoruz...
Melih Aşık / Milliyet