Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Özcan YENİÇERİ
Özcan YENİÇERİ

Uyuma zorlanma, özgürlük ve beyin gücü

DÜŞÜNCE KULÜBÜ
Uyuma zorlanma, özgürlük ve beyin gücü


Uyumculuk ya da konformizm bireyin rahatına kıyma yeteneğini kaybetmesiyle başlar. Konformistler yani uyumcular yumuşak başlıdırlar kim tarafından ve nasıl yönetildiklerinin merak etmemek üzere programlanmışlardır. Onları muhtelif ödül-ceza ikilemi içinde psikolojik olarak programlayanlar yönetenlerdir. Çoğu yönetimler, kendilerinin hem “en iyisini bildiklerini” hem de kendilerinin genel yarara aykırı eylemleri söz konusu olduğunda “bir bildiklerinin var olduğunun” düşünülmesini ve yaptıklarına “keramet atfedilmesi” ni isterler. Yönetilenler ne kadar “Gözlerimi kaparım. Vazifemi yaparım” anlayışına sahip olurlarsa, yönetenlerin işi o kadar kolaylaşmış olur. Bu bakımdan yönetimler eğik başı, mahcup duruşu ve alttan bakışı özendirirler.

Bireylerin konformizme zorlanmaları iddia edildiği gibi yalnızca kurum çıkarları düşünüldüğü için değildir. Otoriter kimlikli yönetimler tam itaat, sonsuz sadakat ve itirazsız biat için üyelerini daha fazla uyuma zorlarlar. İnsanlar ne denli yumuşak başlı, evet demeye hazır, mevcutla yetinir bir duruma getirilirse yönetimlerin, onları istismarı da o denli kolaylaşır. Türkiye’de bir çok kurum ve kuruluştaki sosyokültürel iklim konformizmi yücelten bir çerçevede şekillenmektedir.

Siyasi partiler, şirketler, vakıflar, sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerde şu veya bu biçimde olmak üzere radikal bir uyum teşvik edilmektedir. Görüş ve düşüncelerini yönetimlerin resmi formatının dışında ifade etmeye kalkanların başı, eski tabirle “baran-ı belâdan” kurtulamamaktadır. Laikliğiyle meşhur bir çok kurumda da bu yönü itibarıyla gerçek anlamda bir cemaat/tarikat ruhu hâkimdir.

Çoğu kurumda inandığını yüksek sesle ifade etmenin küstahça bir cüret, yönetimlerin yanlışlarını göstermenin haddini aşmak, kimlikli çıkışların da bencillik olarak algılanıp ayıplandığı görülmektedir. Hemen hemen bütün alanlarda kurumsal ilişkiler bu anlamda bir seküler cemaat ilişkilerine dönüşmüş durumdadır. Buralarda liderlere üyelerin ram olduğu, otoriteye tartışılmadan teslim olunduğu, bireysel özgürlük ve inisiyatifin öndere tabi olma bilinci içinde önemsizleştiği bir ortam yaratılmaktadır. Yönetimlerin ürettiği tabi olma bilincinin birey bilincini tümüyle devre dışı bıraktığı bir ortam söz konusudur. Bu bir çeşit laik tarikat kolektif anlayışı, birey bilincini tümüyle örtmekte, bireysel kararlara imkân vermemektedir.

Bu sürecin doğal sonucu olarak kurumların kahır ekseriyetinde suya sabuna dokunmayan, etliye sütlüye karışmayan, “evet efendimcilik” türünden bir gelenek oluşmuştur. “Yukarıdakiler en iyisini bilir” formatı içinde yönetilme arzusunun bu denli tavan yapmasının nedeni bu zihniyettir. Üyelerinin merak, şaşırma ve itiraz gücünün cezalandırıldığı bir kurumun ister mistik, isterse seküler isimli olsun ürettiği sonuçlar birbirinin benzeridir.

Yaratıcılık, ilerleme, gelişme ise sisteme ve mevcuda teslim olmanın değil, meydan okumanın sonucudur. İnsanlara kendilerini ilgilendiren konularda bile “hayır” deme ve şaşırma hakkının tanınmaması yaratıcılık yetenekleriyle birlikte geleceklerini de köreltmektedir. Kuşkusuz insanlar öz cevherini yitirmeden kayıtsız şartsız itaatçi ve konformist olamazlar.

Günümüzde gelişmiş ve gelişmemiş toplumlardan değil; insanına ve onun özgürlüğüne, zihinsel gücüne, yaratıcı yeteneklerine yeterli değeri vermeyi öğrenmiş ya da öğrenememiş toplumlardan bahsedilebilir. Zengin ve bol kaynaklara sahip olmanın toplumların kalkınması için gerekli ancak yeterli olmadığı açıktır. Zira bugün dünyada “en etkin” ve “en güçlü” olan ülkeler kaynakları bol olan ülkeler değil, toplumsal aklını en özgür biçimde organize eden ülkelerdir. Bireysel, toplumsal ve örgütsel olarak sahip olunan insanların beyin güçlerini özgürce kullandırmayı öğrenmek başarılı olmanın en önemli gerekleri arasında yer alır.

Bir kurumun varlığını sürdürebilmesi, gelişmesi ve etkin olabilmesi de emri altındaki beyin gücünü, finansmanını ve zaman kaynağını amaçlarına uygun biçimde kullanmasına bağlıdır. Bu üç unsur arasında en önemli olanı örgütün sahip olduğu beyin gücüdür. Beyin gücü örgütte çalışan insanların bilgi, deneyim, girişim ve örgütlenme yeteneği ile yönetim kabiliyetlerini kapsar. Finansman kaynağı, zaman veya diğer üretim faktörlerinin varlığı beyin gücü olmaksızın çok fazla bir anlam ifade etmez. Zira örgütte her türden para hareketlerinin, teknolojik gelişme ve uygulamaların aktif veya pasif, rasyonel veya irrasyonel, etkili ya da verimsiz kullanılabilmesi sahip olunan beyin gücü ile yakından ilişkilidir. Bir kurumda bireyler özgürce düşünce ve girişim güçlerini eyleme koyamıyorlarsa orada insanların hangi yaratıcı yeteneğe ya da beceriye sahip olduklarının fazla önemi yoktur.

Göz kamaştıran Japon kalkınmasının ardında da insana, özgürlüğüne, yaratıcı gücüne ve yeteneğine verilen kayıtsız şartsız önem vardır. Japon geleneklerinde, birlikte çalışan kişilerin yeteneklerini paylaşıp, bunları herkesin yararına olacak şekilde kullanmak ibadet gibi kutsal görülür. Ayrıca onlar, bireysel aklın sınırına inandıkları için örgütte çalışan insanların tamamının aklından yararlanmak yolunu seçmektedirler. Yani işletmede beşbin kişi varsa bu beşbin kişinin de beyin gücünden yararlanmanın yolunu biliyorlar. Başarı, etkinlik, teknolojik liderlik ve rekabet gücü tamamen kurumun sahip olduğu beyin gücünün kullanabilme yeteneği ile ilgilidir. Böylece yalnız özgürlüğün ya da yeteneğin değil başka özgürlüklerin ve yeteneklerin de birbirleriyle etkileşime sokularak yeni bir sinerji yaratılmasını da sağlamaktadırlar.

Türkiye’de başta siyasi partiler olmak üzere birçok kurum üyelerinin düşünsel güçlerinin yeteneklerinin ve yaratıcı zekâlarının aktifleşmemesi için adeta elinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Ortaya çıkan yetenek ve düşünsel kıvılcımları söndürmek için her türden baskı ve sindirme meşru görülmektedir. Üyelerinin yalnızca itaat ve biat kültürünü geliştirmesini kendileri için en büyük kazanç olarak görenler kurumun geleceğini kendi çıkarına feda ettiklerinin farkında bile değillerdir. Anlı şanlı liderler hem sahip oldukları kaynakları kullanmasını becerememekte, hem de ellerinde yeterince fiziki ve beşeri kaynak olmadığından yakınmaktadırlar.

Diğer yandan kurumlar çalıştırdıkları üyelerinin kas güçlerinin yanı sıra zihinsel ve beyinsel katkılarını da sağlamak istiyorlarsa, onların yalnızca midelerine değil aynı zamanda gönüllerine de hitap etmeleri gerekir. Bunun için öncelikle yönetimler çalışanları kendileri gibi yani nitelikli insanlar olarak görmeleri gerekir. Kurumun rekabet gücünün kuruma gönül ya da bir çıkar ile bağlı olan insanların olağanüstü işler başarmasından kaynaklandığına lider ve yöneticilerin inanmaları gerekir. Zira bir insan eğer kendisi hakkında ve yaptığı katkılar konusunda yönetimden olumlu sinyalleri alırsa verimliliği de yaratıcılığı da artar. Kurumların iyi ve kötü günlerde ayakta kalmasını, yeni ortamın şartlarına uyum sağlamasını, ancak tüm elemanların zekâları sağlayabilir.
Sonuçta hafızaya dayalı insan anlayışının terk edilerek yaratıcılığa dayalı insan anlayışına geçilmesi gerekir.

Bilineni tekrar etmek, yaratıcı bir mantalite gerektirmez. Dün statik bir dünya vardı. Ahlakta, görgü kurallarında, davranışlarda ve meslekte öğrenilen kurallar ömür boyu bireye de kurumlara da yetiyordu. Geleneksel toplumda eğitim standart, insan tipi ve liderlik tek düze idi. Bu toplum tipinde insanın hafızasına kaydedilenler günümüzde artık araçlara kaydedilebiliyor. Referans belgeleri eskiden hafıza belgeleriydi. Küresel gelişmeler hafızası güçlü olan insanı değil yaratıcı olan bireyi, birbirine benzeyen aynı tip insanı değil farklı olabilen insanı önemli hale getirmiştir. Günümüzün liderler ve yöneticilerinin daha çok da milliyetçi olduğunu sananların bu bağlamda zihinsel bir dönüşüm geçirmeye ihtiyaçları vardır. İnsanı sevmek milliyetçiliğin birinci şartıdır ondan. İnsanı sevmenin göstergesi de onun yeteneklerine, gücüne, özgürlüğüne ve şahsiyetine saygı göstermesiyle yakından ilişkilidir.

Yazarın Diğer Yazıları