Uykudakiler uyansın, belki yanmak vaktidir...
Soner Yalçın takmıştı galiba bu adı: “Erge-neo-con”! 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de, sonraki beş yıl boyunca Türkiye’nin en stratejik kişi, kurum ve fikirlerini infilak ettirmekte kullanılacak olan o ünlü “el bombaları”nın ele geçirilmesinden bir yıl önce 6 Eylül 2006’da, Karadeniz’in diğer yakasında bir “hazırlık maçı” oynandı:
Saat 05 sularında ülkede başlatılan “Anti Soros Hareketi” üyesi 30 kişi ile Adalet, Muhafazakar ve Cumhuriyetçi partilerin mensupları, ha bir de “eski askerler” gözaltına alındı. Bilgisayarlarına, kitaplarına, defterlerine el konuldu.
Soroscu Rustavi 2 televizyonu operasyonu şöyle duyurdu:
“Darbeciler yakalandı!”
İddia makamına göre gözaltına alınanlar “hükümeti devirmeyi” planlıyordu, Cumhuriyetçi Parti lideri ise hedefin “muhalefeti sindirmek” olduğunu savunuyordu.
Ülkenin “yeni medyası” bu derin ittifaka karşı demokrasi mücadelesi veriyordu:
Sorgu tutanakları, dev mitinglerle hayata geçirilmek istenen “kaos planı” yayınlandı.
Sanık avukatlarının “Deliller tutarsız... Lehte delilleri görmüyorlar... Davayı toplumdan kaçırıyorlar...” çığlıkları görmezden gelindi.
Gürcistan’da “Soros’un prensleri” kontenjanından, son derece demokratik bir seçimle(!) Devlet Başkanı “atanan” Saakaşvili’nin “çılgın dönüşüm projesi”ni engellemeye çalışmanın bedeli böyle ödetildi.
***
Türkiye’de;
Çakma Sherlock Holmes muhabirler ve köşe yazarları, iddianame hazırlamak, yargılamak, hüküm vermek, infaz gibi “ek işler”e soyunduğunda...
Mantar gibi medya komiseri, savcısı, hakimi, tetikçisi türediğinde ve “etikçiler”in üstü çizildiğinde...
Başımıza eli belinde “O kişi gazeteci olduğu için değil terör örgütü kurmak ve yönetmekten tutuklu” diyen cazgırlar üşüştüğünde...
Tahliye kararı alan hakimler ve mahkemeler hedef gösterildiğinde...
Vicdanlı abiler, tam teşekküllü hastanede steril koşullarda tedavi edilmesi gereken hastaların cezaevinde tutulmasına şaşmak yerine “taburcu edilmesi gereken hastanın bürokratik prosedüre aykırı olduğu halde hastanede tutulduğunu öğrenmenin şoku”nu yaşadığında...
Zekeriya Öz’ün elinin mahsulü olan ilk iddianamedeki “Şüpheli İlhan Selçuk, yazılı olarak hazırladığı savunmasının içine akrostişler yerleştirmiş olup, her tümcenin sondan ikinci sözcüğünün başharfleri yan yana getirildiğinde ‘işkence altındayım’ ibaresi ortaya çıkmıştır. Buradan şüphelinin ne kadar uyanık ve zeki olduğu anlaşılmıştır...” satırlarını okuyup, 80’inini aşmış bir insanın “cep telefonu kullanmamak”, “zeki olmak”, “telefonda dikkatli konuşmak” gibi suçlar dolayısıyla iki gün boyunca sorgulandığına şahit olduğumuzda...
Olağan şartlarda mahkmeden hapishaneye doğru olması gereken yolun hapishaneden mahkemeye doğru döşendiğini gördüğümüzde...
Yani aslında en başında huylanmıştık...
Bir iş var bunda!
Ve taaa o zaman;
Terörle mücadele eden, milli gemi projesini hazırlayan, ABD’nin Karadeniz ve Hazar’daki oyunlarını bozan askerlere, bu oyunlara gelmeye teşne siyasileri deşifre eden gazetecilere uzanmadan önce “tarihi hesaplaşma” demiştik adına.
Ucu kendi mahallelerine dokunana kadar duymayanlar, görmeyenler, konuşmayanlar utansın!
Şimdi “Bekirağa Bölüğü”nü dillerinden düşürmüyorlar. Arşive baktım da 2008 yılında, şimdi mahçup şekilde “ama bu hukuksuzluk” diyenler ilk operasyonlarda gözaltına alınanlara “faşist zaten bunlar” havasında burun kıvırırken yapmışız aynı benzetmeyi. Muhtemelen o gün, aşağıda özetle hatırlattığım satırlar da “faşist zaten bunu yazan” önyargısına kurban gitmişti:
“(...) Atatürk’ün Ziya Gökalp’i ’fikirlerimin babası’ diye anması çok şeyi ifade ediyordu. Türkçülük, işgal altındaki Osmanlı imparatorluğunda “bir ruh doktoru gibi bu uyurgezeri, Türk olduğuna, dilinin Türkçe ve ölçülerinin halk ölçüleri olduğuna inandırdı” Bu inançla başlatılan milli mücadele yeni bir ideoloji üzerinde ‘milli bir devlet’ inşa edilmesini sağladı.
***
Kendini ilimden soyutlayan “ulema” sınıfı ilk günden itibaren bu yapının dışında kalmayı tercih etti. (...)Meclisi gördükçe, bayrağı, marşı, üniversiteleri gördükçe, hep yenilgisini hatırladı. ‘Kayıtdışı medreseler’de, tarikatlarda zifiri karanlığına kapandı.
Dışarıda ise değişen bir dünya vardı. Türkiye üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti değildi belki, ama Misak-ı Milli beş kıtayı etkileyecek kararların kilit noktalarından çizilmişti. Bu derece uyanmış bir devlet, yeniden uyutulmaya mahkumdu.
***
1990’ların başında bizzat ABD istihbarat servisleri ve onların uzantısı durumundaki düşünce kuruluşları yayınladıkları raporlarla yeni bir tercih yarattılar: Neo-Osmanlıcılık! Nam-ı diğer ikinci Cumhuriyetçiler doğdu.
Türk devletinin zirvesinde bile kabul gördü: Turgut Özal fırsatını bulsa Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine çoktan bir “Anadolu Cumhuriyeti” inşa edilecekti!
(...)
İkitdarı ‘rövanş zamanı’ olarak algılayan yeni Osmanlıcılar, milliyetçiliğe karşı kaybettiklerini geri almanın peşine düştü. İşte Ümraniye’nin mahkeme salonunun dışında devam eden psikolojik yargılamanın esası buydu.
***
Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibiler “Tuncer Kılınç da Avrasyacılık açılımı yaptı” cümlesini bir suç isnadı gibi kurarken karşılarında Enver Paşa’nın üniformalı fotoğrafı duruyordu!
Beyazıt Meydanı’ndaki Kaymakam Kemal Bey anmalarına suçüstü muamelesi yapmaları boşa değildi. Oraya baktıklarında Nemrut Mustafa’nın kurdurduğu darağacını görerek, ağızları sulanıyordu.
İlber Ortaylı’nın II. Abdülhamit’i “dünyanın son padişahı” olarak tanımlamasını çok ciddiye almışlardı. Tarihi orada dondurdular, son padişah ile özdeşleştirdiler kendilerini, halkın arasına hafiyeler saldılar, artık her muhalif,mutlaka ihtilal peşinde koşan bir İttihat Terakki’ci olmalıydı.
Anayasayı Selanik’ten gelip ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu olarak algılıyorlardı, bertaraf edilmesi gerekti!
***
Beyazıt Meydanı gibi, ordu gibi, üniversite gibi sembolik cephelerden toplanmış sanıklar aslında hiç Ali, Veli, Hasan, Mehmet .... olmadı onlar için.
Yargılanan Enver Paşa’ydı, Talat Paşa’ydı, Cemal Paşa’ydı...
Birilerine ordudan atılan gönüllü asker Yakup Cemil rolü biçmekte hiç zorlanmadılar...
Ali Kemal çoktu.... Linç edilen hainin mirasçıları bu kadar çokken mutlaka bir yerlere saklanmış bir Hüseyin Cahit vardır dediler. 83 yaşında bir gazeteciyi köşesinden çekip aldılar.
Davanın Silivri Cezaevinde yapılacağını duyunca iyice heyecanlandılar. Büyük bir avlu içinde, geniş bir kompleks. İstanbul Üniversitesi kampüsü canlandı gözlerinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi binası, sonra geçmiş güzel istibdat günleri!
Sanıkların Bekirağa Bölüğü’ne gönderildiğini farz ettiler...
(...)
Bu ‘gözünün üstünde kaşın var’ davası değil, bu 100 yılın intikamını alma mücadelesi, devlet kurmanın
rövanşı...”
***
“Yeni Anayasa’da “Türk devleti” demeyelim... “Türk vatandaşı” demeyelim... İlkel biçimde dağa taşa yazılan “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü silelim... “Atatürk köşesi”ni kaldıralım... “Türk’üm” diye başlayan andımızı okutmayalım... Milli Eğitim’in misyonundan “Atatürkçü nesil yetiştirmek” ibaresini çıkaralım... “Türk Milleti” adına yeminden vazgeçelim...”
5 yıl sonra geldiğimiz nokta şu:
“Kahrolsun Türk Milliyetçiliği”
2008’de şüpheydi...
Tescillendi...
Bu işin sonu: 1923 Cumhuriyetinin tasfiyesi...
Dolayısıyla, bugüne en uygun final bu galiba:
“Uykudakiler uyansın, belki yanmak vaktidir...
Gerçekleri görenler toplansın, şimdi vermek vaktidir.”