Uydurma tarih ve din birleşirse
Kamplaşma bu toplumda yeni değil. Medrese ve tekke öteden beri iki ayrı anlayıştır. O derin bir ayrışmadır ve toplum her zaman eski Türk inanışının renklerini taşıyan tasavvufa itibar eder. Hâkim düşünce ve hayat rengi odur. Bunun için Yılmaz Öztuna, “Osmanlı hayatından tasavvufu çekerseniz kuru bir iskelet kalır” demiştir.
İmparatorluk zayıfladığı dönemde, tasavvufun derinliği ve gücü de yavaş yavaş geriledi. O hayat görüşünü değiştirmek ve medrese darlığını hâkim kılmak kolay değildi. Türk toplumu bunu kabul etmezdi. Uzun bir zaman ve uygun şartlar olmasa bu duruma da gelinmezdi. Sonuçla ilgili fikrimi de söyleyeyim: Şimdi kabul eder görünmesi uzun bir süreç işi ve buna rağmen geçicidir.
Kalıcı olamaz
Adını nasıl koyarsanız koyun, o softalık, o yobazlık, o darlık.. yarattığımız muazzam yaşama kültürünü yenememişti, yenemezdi. Yerleşik hayata geçişle epeyce mesafe aldıkları malum. Zaman zaman büyük problemler çıkardıkları da açık. Fakat büyük fırsat devlet zayıflayınca ve yeni tercihler netleşince geldi. İşte tam zamanı dediler. Batılılaşma, çağdaşlaşma ve yenileşme adlarıyla andığımız değişmeler onlara büyük bir itiraz alanı açtı ve halka karşı suret-i haktan görünmelerini ve işlerini bir bakıma kolaylaştırdı. Yenileşmeye karşı dururken asıl manasında eskiye, Türk karakterine ve Türk yaratıcılığına saldırdılar. Bunları bilmek lazım.
İstedikleri Türk’ün tarihî rakiplerinin ve düşmanlarının istediğidir. Bunu kimse başaramadı, başarılamaz. Tarihte nice böyle hücumlarla sendelesek de kendimize döndük. Uydurma bir dini kullansalar da o karakter değişmez. Bugün, din esaslı bozulmanın tekke ve medrese ayağının değişik devamları baştan ayağa problemlidir. Buna zaman zaman dokunuyoruz. Ancak bugüne nasıl gelindiğini bilmekle köklü çözümler düşünebileceğiz.
Türk gibi Müslümandık, onların milletsiz, milliyetsiz ve dolayısıyla dinden başka dinlerine girmemizi istediler. Adına bakmayınız, son asırlarda yavaş yavaş hayatımıza hâkim olan, Karahanlı’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın anladığı din değildir. Bunun için geçicidir ve tarihe, millet yapımıza uygun olmadığı için terkedilecektir.
Değişme kaçınılmaz
Karşı duruşlara ve bugüne gelişe devam edersem problemi yeniden açmış olacağım. Yenileşme devlet tercihiydi. Bu devlet tercihine karşı çıkarken taraftar toplamaları kolay oldu. Artık iki anlayışın kavgasında kendilerince şekillendirilmiş, dinden başka bir din kurgusu aynı kalacak, karşısında kıyasıya savaş açacakları bir düşman kutup olacaktı.
Yenileşmeye karşı güç toparlama gün günden artacaktı. Üstelik bir taşla iki kuş vurma imkânı da ellerine geçecek, yedeğe aldıkları tasavvufu da kendilerine benzetme fırsatı bulacaklardı. Yani, devlet düzenine karşı bayrak açarken eski Türk inanışının etkileriyle şekillenen Türk tasavvufunu da yara bere içinde bıraktılar ve -tabir caizse- esir aldılar.
Eski dert yeni düzen
Her zaman bugüne dönüyorum. Türkiye’nin sağı solu bu süreci bilmeden konuşuyor; kendi ideolojik sloganlarıyla bağırıyor. Bunlar, bu memlekette henüz derinliğini bırakın, yüzünden bile anlaşılmamış meselelerdir. Onun için kavga, tam bir kör dövüşüdür. Dolayısıyla, herkes bu kavgayı kolayca kışkırtabilir, kullanabilir. Düzeltilecek öncelikle bu cehalet iklimidir.
Yani, şimdi yaşadığımız eski bir derttir. Çok partili sistemle çoğunluk rejimi geldi. Geniş halk kitlelerini etkileyecek mekanizmalar din ve cami(namaz) üzerinden kuruldu. Yüz elli sene önceki gibi teknolojiye, makinaya, yeni çağın aletlerine karşı durmak yoktu. Karşı duramayacaklarını gördüler ve kullanmaya karar verdiler. Özel uçaklarla, son model arabalarla, “itibar”dan değil, “konfor”dan taviz vermeyerek lüks içinde bir yaşama planlaması devreye girdi. Halkın bunu fark etmesi halinde de karşı tavır almaması için korkutma ve öteki tarafa öfke ve kin tohumları yeşertildi. Güya bütün tedbirler alınmıştı.
Düşünen anlar
Burada iç içe tezatlar vardı. Birazcık düşünen, “Bir bakayım” dese, ortada ne din, ne iman görecekti. Tarikat görünüşlü yapılar, onların siyaset ortakları, bir anda döküm döküm dökülecekti. Kavga nasıl yaşayacağımızla ilgili hale geldi diyoruz ya, o da adında. Yaşamak da çok çatallı. Dedikleri ayrı, yaptıkları ayrı. Yalan dolan serbest. Hak hukuk gözetmek zaten yok. Hangi değere baksan yok. Birkaç şekil ve ritüel var, o kadar.
Yaşama tarzını savunurken birkaç şekli kasteden kalabalık bir orduya dönüştüler. Söylenenlerle yaşayışlarının büyük bir tezat teşkil ettiği ayan beyan ortada. “Acaba?” diyen hemen görecekti. Dinci elitler ve iş ortaklarının dünya ve mal sevgisi artık apaçıktı. Esasen, bu anlayışın temelinde manadan eser olmadığı ve olanlarda da kalmadığı gerçekti.
Devlet zayıflayınca
Diyeceğim o ki, iki, hatta üç asrı aşan bir zamandır yaşadığımız kırılma ve devamında gelen yeni tip kamplaşma böyle böyle yerleşik hale gelme eğilimine dönüştü. Burada konuşulmayan bir husus var: Ayrışmanın sembolleri her devirde değişti. Fes’ten şapkaya, başörtüsüne kadar kıyafet veya bir küçük unsuru belirleyici hâle geldi. Bir arkadaşım, Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl çıkan “Gel de lâtife etme!” başlıklı bir gazete haberini gönderdi. Püsküllü veya püskülsüz fesin açacağı kamplaşma ironik bir dille anlatılıyordu. O var olan zihniyetler, kafa, fikir, düşünce, mana, değer gözetilmeyen birer katı ideolojiye dönüştü. Kavga, yaşama şekillerinde şekillendi ama böyle bir sahtelikle.
Giyim zamanla değişir. Hiçbir devrin kıyafeti birbirine benzemez. Mana kayboldu ve şekil kaldıysa ona bakmak lazım. Herkes istediği şekilde bir giyim tarzı seçebilir. Giyim kutsamanın, hele bunu dine bağlamanın anlaşılır tarafı yoktur. Din giyim dayatmaz. Ölçüler verir. Yadırganmayan bir giyim her devir için bellidir. Ölçü budur. Diğerleri aşırı ve marjinaldir.
Bizde öteden beri giyim de dayatılır. Bunu devlet yapardı, şimdi dinden yürüdüğünü söyleyenler yapıyor. Elli yılda belli çevrelerce dayatılarak yaygınlaşan başörtüsü artık marjinal olmaktan çıkmıştır. Yalnız, bugünkü haliyle bir kesim için bile kalıcı olacağı belli değildir. Nitekim değişmeler, bu baş giyimini benimseyenler arasında arayışlar var. Komşu ülkelerde yaşananlar daha kökten tutum alış örnekleridir. Bu, sosyolojik değişmelerle tartışılacak apayrı bir konu olmakla beraber, gidişe göre böyledir.
Doğrular açık
Bugün için konuşulmayan, çünkü bilinmeyen bir başka gerçek şudur: Son yıllara kadar devletin tercihi nettir. Osmanlı Sarayı’nda ve okumuşlar arasında Batılı gibi giyinmeyen yoktur. 2. Mahmud’dan başlayan reformlar sonucunda, özellikle son asırda, Osmanlı hanedanından, medreselilerin ve şimdiki güya İslamcıların istediği kıyafette ve istediği hayatta ne kadın vardır, ne erkek. Onların dediği gibi bir tarih, dolayısıyla Osmanlı da yoktur.
Abdülhamid dizisinde kızı Naime Sultan’a hayal edilen başlığı geçirmek bu yanlışın sonucudur. Öyle bir Abdülhamid de, Naime Sultan da yok. Sinema ve dizi gerçeğe uymayabilir fakat yaşadığımız dönemin hassasiyetleriyle bakınca öyle bir fantezi değildir. Tarihi tahrif oyunu demek yanlış olmaz. Hâlbuki tarih, tarihî kişiler ve kişilikler bellidir. Beğenir veya beğenmezsiniz, o ayrıca konuşulur. Önce gerçeği göreceğiz: Naime Sultan, hanedanın kadın erkek diğer üyeleri gibi, devlet memurları ve bütün okumuşlar gibi Batılı tarzda giyinirdi. Batı müziği hayranıydı, piyano çalar, birkaç dil bilirdi. Tarihimizde ilk beyaz gelinliği giyenin de o olduğu bilinir.
Buradan nereye varacağım açık: Önce yalancı tarih kurgusunu deşifre etmek lazım. Gerçekler üzerinden düşünmek, anlamak ve konuşmak ancak o zaman mümkün olabilir.