Ümitsiz bir patron vakası

Neşe Düzel’le söyleşisinde Taraf’ı göklere çıkarıp, diğer medya kuruluşlarının “ayıpları”nı sıralayan Dinç Bilgin’e gazetecilerin tepkisi sert oldu: Dün eleştirdiklerine bugün övgüler düzüyor, güce tapınma hastalığından kurtulamıyor

Huylu huyundan vazgeçmiyor
Her şeyini kaybetmiş, bunun sonucu olarak da bilgelik mertebesine ulaşmış gibi bir hava veriliyor Bilgin’e.
Sık sık yaptığı gibi 28 Şubat döneminde yapılan hatalara, kurucusu ve eskiden sahibi olduğu Sabah gazetesinin geçmişteki hükümet kurma arzusuna, banka alıp büyüme girişimlerine eleştirel yaklaşıyor yine. Pişman, aynı yanlışları yapmayacağı izlenimi veriyor.
Ancak Dinç Bilgin ne yazık ki bir kötü huyundan hala vazgeçmemiş... Her koşul ve şartta güce tapınmak, güçlünün yanında olmak...
Bir gün muhalefet yapmadı
’Dededen, babadan gazeteci’ Dinç Bilgin bir gün olsun da gücün karşısında yer aldı, muhalefet yaptı mı? Bugün resmen yandaş olan Sabah gazetesi onun sahipliği altında da gayriresmi yandaştı, bu nokta es geçilmesin.
‘Çalışanları banka almasını tavsiye etti’ diye hangi patron bu işe girer kendi niyeti de yoksa? Hepimiz biliyoruz ki ’İmparator’ olmak istiyordu Dinç Bilgin. Sadece gazetecilik yetmediği için başka işlere girişti; kendi rızasıyla, kendi etti ve kendi buldu.
Bakanlara, iktidarlara banka sahibi olduktan sonra boyun eğdiğini iddia ediyor. Oysa onun gazeteciliği sadece banka aldıktan sonra değil, hep ama hep iktidarın gücüne ve emrine açıktı. Bir anlamda onun gazetecilik tarzı oldu bu. Bankadan önce de, sonra da.
Açıkçası bugün bütün bunları konuşmadan Dinç Bilgin’in günah çıkarması anlamını kaybeder. Kuşkusuz, basında büyük devrimlerin adamıydı Bilgin. Ama aynı zamanda büyük günahların da.
Kendisine fazlasıyla dışarıdan bakabildiği izlenimi veren Bilgin’in güce tapınma hastalığına hiç değinmemesi dikkat çekici. Sanırım içselleştirmiş bu durumu artık; karakterinin bir parçası olmuş, özel olarak fark etmiyor bile.
Nasıl dün Özal’a, Çiller’e kayıtsız şartsız destek verdiyse, 28 Şubat’ta askerler güçlü olduğu için onların yerinde yer aldıysa şimdi de günümüz iktidarlarına göz kırpıyor.
Taraf’ı neden övüyor?
Taraf’ın gazeteciliğini övüyor mesela. Taraf’ın yaptığı türde gazetecilik Türkiye’de hep vardı, bugün Taraf’ın cesaretle üzerine gittiği konuları zamanında hayatı pahasına kaleme alan gazeteciler vardı. Bilgin’den o zamanlar bir tebrik gelmedi onlara. Çünkü o sırada güç dengeleri farklıydı ve Bilgin hayatı pahasına gazetecilik yapanların değil, iktidar sofralarının, iktidar gazetecileriyle kadeh tokuşturuyordu.
Bilgin ailesiyle ilgili ’İzmir’in işgalinde Yunan bayrağı açtılar’ diye bir şehir efsanesi vardır; bu doğru mu değil mi bilmiyorum, doğru olduğuna da inanmıyorum ama emin olduğum tek şey var: Dinç Bilgin ve medyası hep egemenlerin bayrağını salladı.
Bugün asker güçsüz olduğu ve yıpratıldığı için Taraf’ı övüyor Dinç Bilgin... Güç odağı başka olsa onların yanında yer alırdı... Şimdi askere çakmak yükselen değer ya...
Türk basınına ’yükselen değer’ gazeteciliğini de getiren Bilgin’di zaten...
Biat gazeteciliği oluştu
Bilgin’in güç bağımlılığından etkilenen, bu yoldan ilerleyen bir biat gazeteciliğinin de altyapısını hazırladı geçmişte...
Tetikçiler, iş takipçileri, iktidar yalakaları Dinç Bilgin’in İstanbul’u fethinin yan ürünleriydi. 80’lerde Sabah’ın basın piyasasına girmesiyle beraber Babıali’de her türlü değer alaşağı edildi; yenilikleriyle beraber bugün hala giderilemeyen şiddetli bir kirliliğin yolunu en çok açtı basında.
Geçmişinde büyük iyilikleriyle beraber büyük kötlülükleri de olan bir medya patronuydu Dinç Bilgin... Bugün anlattığı kadar mağdur, günahsız hiç değildi.
Oray Eğin / Akşam

Günah çıkarma ayini
Sabah Gazetesi’nin “devrik” sahibi Dinç Bilgin, günah çıkarma ayinine tam gaz devam ediyor:
“Hatalar yaptım” diyor. “Gaza geldim” diyor. “Ayıp ettim” diyor. “Havaya girdim” diyor. “Askere selam çaktım” diyor. “Yeterince demokrat olamadım” diyor. Tayyip Erdoğan’ı övüyor. Ergenekon’u dövüyor. Taraf Gazetesi’ni göklere çıkarıyor.
Ne diyeyim?
Her türden “günah çıkarma” gibi...
Bu da iyi... Bu da güzel... Bu da âlâ...
Bir kusurcuğu var
Fakat bir kusurcuğu var Dinç Bey’imizin...
“Geçmişin günahları”nı bir bir sayarken, “Bugünün günahları” konusunun kıyısından bile geçmiyor / geçemiyor.
Mesela...
Taraf Gazetesi’ndeki röportajda Neşe Düzel, Dinç Bilgin’e “bugünün günahları” kabilinden bir meseleyi hafiften çıtlatıyor.
Diyor ki:
“Bugünkü Başbakan’ın da çok yakın olduğu bazı gazetelerden söz ediliyor. Sizce Başbakan, onlarla mesafeli ilişki yürütüyor mu?”
El cevap:
“Onu bilemiyorum.”
Bakar mısınız Dinç Bey’e?
Onu bilemiyormuş.
Yani kurucusu olduğu gazetenin nasıl el değiştirdiğini bilemiyormuş... Kendi kurduğu ATV’nin durumunu bilemiyormuş... Topyekûn iktidar taarruzuna geçen gazetelerin nasıl bu hale geldiklerini bilemiyormuş... Sayıları artan muhafazakar kanalların sayılarının nasıl arttığını bilemiyormuş... “Yandaş medya” diye bir olguyu bilemiyormuş...
İlahi Dinç Bey...
Sanırım bu devir geçince, yepyeni bir “günah çıkarma ayini” daha başlatmak zorunda kalacaksınız.
Ahmet Hakan / Hürriyet

Merdi kıptiye benzedi
Türk basınındaki kirlenmenin en önemli müsebbiplerinden biri olan Dinç Bilgin, aylardır iktidara yakın gazeteleri dolaşıp, birbiri ardına “pişmanlık” röportajları veriyor.
28 Şubat’ta gazetesinde olan bitenden kendisinin hiç haberi ve dahli olmadığını söylüyor. Ağlıyor. İktidara mesajlar veriyor. Herkesi suçluyor. Bir kendi pirüpak.
Tabii asıl derdi başka.
İktidarın gözüne girmek ve belki bu yolla TMSF’den üç beş kuruş koparmak.
Yerse.
Allah aşkına söyleyin bana, Cengiz Çandar gibi, Mehmet Barlas gibi, Mehmet Ali Birand gibi üç yazarı gazeteden Dinç Bilgin’in rızası, onayı olmadan kovmak mümkün mü?
Tabii bu arada en güzeli de Dinç Bilgin, “Aydın Doğan’a Emin Çölaşan’ı kovmasını ben söyledim” diyerek son mesajını da veriyor iktidara.
Ama farkında değil.
28 Şubat’ta yaptıklarını, tersten de olsa yapmaya devam ettiğini ortaya koyuyor. Tam merdi kıpti gibi.
Fatih Altaylı / HaberTurk

ABD bugün olacakları 1998’de biliyormuş!
Elimde yıllar öncesinden çok ilginç bir belge var. 2 Haziran 1998 tarihli Zaman gazetesinde haber olarak yayınlanıyor: “ABD’de think tank kuruluşları Türkiye’de iç savaş senaryolarını tartışıyor. Milli Savunma Üniversitesi’nde yapılan toplantılarda Türkiye ile ilgili iç savaş senaryoları tartışıldı. Türkiye’de görev yapmış bazı büyükelçiler ve Türkiye uzmanlarının katıldığı oturum, basına kapalı olarak gerçekleştirildi.
Güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere göre iç savaş senaryosu, Türkiye’nin toplumsal fay hattı sayılan Kahramanmaraş, Sivas, Erzincan, Kayseri ve Çorum’da bir Cuma namazında camilerde bombalar patlamasıyla çıkan karışıklıklar üzerine bina edildi. (...) Washington kaynakları, ABD hükümetinin Türkiye’de yaşanan iç siyasi gerginliğin doğurabileceği vahim sonuçların ABD çıkarlarını olumsuz yönde etkilemesinden endişe ediyor ve bu nedenle ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısını arttıracağını ifade ediyorlar. Özellikle TSK üzerindeki geleneksel yaptırım gücünü kaybetmeye başlayan ABD, Türkiye siyasetindeki ağırlığını açıkça hissettiren Türk ordusunu nasıl ABD çizgisine çekebileceğini düşünüyor.
Bu arada ABD’nin Türkiye ile ilgili diplomatik mesajlarının üslubunu giderek sertleştirme eğiliminde olduğu da gözden kaçmıyor. ABD hükümeti, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü aracılığı ile Recep Tayyip Erdoğan’ın mahkum edilmesine Refah Partisi’ni kapatma kararından bile daha ağır bir dille resmi tepkisini gösterdi.”
Oynanan oyunu şimdi gördünüz mü?
Emin Çölaşan / Sözcü

Danışmanı Beki olanın...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanlığından köşe yazarlığına geçen Akif Beki, dün köşesinde “demokrasi dersi” veriyordu.
“Okuyup öğrenin” demeyi de ihmal etmemişti. Beki’nin “3 derste demokrasi eğitimi” şöyle:
“Bir; çoğunluk istibdadı, azınlık istibdadından yüz kere iyidir. İki; oy çokluğuna dayalı sandık diktası, oy azlığına yaslanan ’imtiyazlılar diktası’ndan bin kere evladır. Üç; halk despotizmi, bilumum memur despotizminden yüz bin kere yeğdir.”
Yazıyı okuyunca “Danışmanı böyle olanın, demokrasi anlayışı da bu kadar olur” diye düşünmeden edemedim.
Bir diktatörlüğün alternatifi, başka bir türden diktatörlük mü olmalıdır?
Demokrasi değişik dikta biçimleri arasında bir tercih meselesi değildir.
Demokrasiyi böyle tarif etmek “sivil dikta” özlemlerini ele veriyor.
Yazar “Okuyup öğrenin” demiş ama bence asıl kendisinin ciddi bir okuyup öğrenme sürecinden geçmesi gerekiyor.
Mehmet Yılmaz / Hürriyet

Kerpiç adamlar
Bir deprem olursa, 200 bin kişinin öleceğini söylüyorlar İstanbul’da... İstanbul da kerpiç duvar mı?
Yok...
Kerpiç adamlardır insanların başına yıkılacak olan... Kerpiç devlet adamları, kerpiç siyasetçiler, kerpiç yerel yöneticiler, kerpiç seçilenler, kerpiç seçenler, kerpiç bürokratlar, kerpiç bilim adamları, kısacası kerpiç adamlar...
Bekir Coşkun / HaberTurk

Yazarın Diğer Yazıları