Türkiye'de yaşamak sanatı; pisliğin üzerinde sörf
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu''nun kendisine "ahmak" dediği konuşmaya cevaben yaptığı açıklamada, aynı ifadeyi kullanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, hedefinin Soylu olduğunu açıklamasına rağmen, YSK üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandı.
"Yok artık, daha neler" denilen, hukukçuların "Bir şey çıkmaz" varsaydığı davanın sonunda İmamoğlu hapis ve siyasi yasağa çarptırıldı.
*
Yine İmamoğlu, personel alımlarında Anayasa Mahkemesi''nin "Yapmayın" dediği "Arşiv ve güvenlik araştırmaları"nı yapmadığı için terör soruşturmasına uğradı.
*
Deniz Kuvvetleri''nden emekli ve yaşları 60''ı, 70''i geçmiş 103 amiral, Montrö Boğazlar Sözleşmesi''nin delinmesi, Kanal İstanbul ve TSK içinde yeni paralel oluşumlar konusunda endişelerini paylaştıkları açıklama dolayısıyla "darbeci", "muhtıracı", "kötü niyetli" ilan edildi.
Günlerce gözaltında tutuldular. Ayaklarına elektronik kelepçe takılarak salındılar. Literatürde deniz kuvvetleri eliyle ve de emekli askerlerce yapılmış bir darbe bulunmadığı halde, Cumhurbaşkanlığı''nın da müdahil olduğu davada, ağır ceza mahkemesinde aylarca yargılandılar.
Beraat ettiler.
Ama kimse bilmiyor;
İnsafsız bir yargısız infaz sürecinden sonra, eğer "Montrö" şu sıra "müttefikimiz Putin"in en çok ihtiyaç duyduğu emniyet kemerlerinden biri olmasaydı da edebilirler miydi? Hedef gösteren, peşin hüküm veren herhangi bir kişi veya kurum bedel ödeyecek mi? Üst mahkemenin takdirine sunulduğunda konjonktür değişmiş olursa ne olacak?
*
Koronavirüs geçiren, kaburgaları kırılan ve bu nedenle ağrıları devam eden, yüksek tansiyon, ileri derecede demans, kalp, prostat, parkinson ve işitme kaybı hastası olan 84 yaşındaki 28 Şubat tutuklusu Vural Avar, bütün "Bu kışı çıkaramaz", "Ölüyor" uyarılarına kulak tıkanarak terk edildiği cezaevinde, göz göre göre öldü. Mezara tahliye oldu.
Cinayet var, katil yok!
*
Açık kaynaklara, bizatihi devleti yönetenlerin "açıklamalarına" dayanarak yazdığı, hiçbir "gizli" bilgi yahut belge içermeyen yazıları dolayısıyla casuslukla suçlanan, gözaltına alınmasından tutuklanmasına, tutuklanmasından yargılanmasına kadar hakkındaki "suçlama" sürekli olarak değiştirilen, aylarca cezaevinde tutulan gazeteci Müyesser Yıldız hakkında, bipolar bozukluğu olan birinin ifadelerine dayanılarak verilen hapis cezası, "itiraz yolu kapalı tutularak" onandı. Yıldız, yeniden hapse gireceği günü bekliyor.
*
Danıştay, Türkiye''nin İstanbul Sözleşmesi''nden çekilmesini "hukuka uygun" buldu. "Şahsım" usulüyle, yarın Montrö yahut başka bir sınır, güvenlik anlaşmasının feshine "emsal" sayılırsa ne olacak?
*
Sadece son birkaç hafta içinde ve birkaç gün arayla tekrar tekrar tuzu kokuttuk elhamdülillah!
*
Bir de bu birkaç haftanın öncesi var:
Sedat Peker''in yargıya taşınamayan vahim kere vahim iddiaları…
Necip Hablemitoğlu dosyası üzerinde yürütülen iç bürokrasi/güvenlik/istihbarat savaşları…
Adliyelerde üstü örtülen çocuk tacizi-tecavüzü vakaları…
Ucu iktidarlı isimlere de uzanan uluslararası uyuşturucu trafiği suçlamaları…
FETÖ borsaları…
"Sıcak para" uğruna haraç mezat dağıtılan kaynaklar…
Muhalifleri susturmak için "kaşından, gözünden" sebep yağdırılan çok ağır cezalar…
Dayaklar, kurşunlamalar; yapanın yanına kâr bırakmalar…
Yolsuzluklar… Hırsızlıklar… Kul hakkı tanımazlıklar… İftiralar… Şantajlar…
*
Manzara-i umumi;
Lağım patlamış, pisliğin üzerinde sörf yapıyoruz hep birlikte!
*
Zaten var olan bu genel hukuksuzluk, adaletsizlik, kadıyı şikayet edecek merciden yoksunluk halinin üzerine bir de Sinan Ateş suikastını yaşadık; başkentin göbeğinde.
Hepinizin dikkatini çekmiştir; sadece Ankara''da değil, Türkiye genelinde "Güle güle", "Hoşçakal", "Allah''a ısmarladık" yok, kalmadı; "Kendine dikkat et" diye veda ediyor artık insanlar birbirlerine.
Çünkü taş, sopa, bıçak çıkabilir, kurşun düşebilir, Azrail kılığına girmiş bir meczup, hapçı, torbacı çarpabilir.
Sosyolojik olarak da hiç sağlıklı olmayan, seçime gittiğimizi düşünürsek her manada çok ciddi tahribata da yol açacak olan bir ruh hali.
Hep "yönetilemez" diyorduk, artık ülke "yaşanabilemez" hale de geldi.
Eskiden "devletin garantisi" altında diyorduk; devletin içine kaç devlet sızdığına dair şüphe o boyutta ki; artık hiç kimseye emanet değil kimsenin can güvenliği…
*
Dün…
İki eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı…
Bir 1980 öncesi ocak başkanı…
Bir 1990 sonrası ocak başkanı…
Bir 2000 sonrası ocak başkanı…
Bir eski MHP milletvekili ile konuştum…
İstisnasız hepsi de aynı şeyi söyledi:
-20 yıl önce bir ocak genel başkanının, ocak başkanının, ülkücü gazetecinin, yazarın öldürüldüğünü söyleseler "Hangi terör örgütü yaptı" diye düşünürdük. Şimdi bu ihtimal aklımızın ucundan bile geçmiyor. İlk aklımıza gelen kendi partimiz, kendi ocağımız, kendi arkadaşlarımız oluyor…
*
Türkiye''de yaşayan her bir insan için travmatik bir güvensizlik algısı yaratmış olması dışında ülkücü hareket özelinde böyle tarihî bir kırılmanın; ülkücülerin, ülkücülerin başlarına gelen her türlü musibetin olağan şüphelisi haline gelmesinin "resmî miladı" da oldu Ateş suikastı.
Mensuplarının birbirine bu derece güvenmediği bir siyasi/ideolojik yapının varlığını, en azından legal ve meşru zeminde sürdürebilme ihtimali var mı?
*
Biri sevabına helva kavursun…
Belli ki, bugüne kadar gazetecilere, eski ocak başkanlarına, muhalif siyasilere, kongredeki rakiplerine, onunla fotoğraf vermiş, bununla oturmuş, şunu demiş, bunu yazmış diye düzenlenen ve kamuoyuna kimi yansıyan kimi yansımayan sayısız saldırının failini makamla, mevkiyle, sözüm ona itibarla ödüllendirenler, kıyıcılığı bir "marifet" mertebesine yükseltenler hareketin, iktidarlarını korumak uğruna tescilli terör örgütlerinden legal görünümlü illegal yapılara kadar her türlü odağa "ne istedilerse vermekten" çekinmeyenler de devlet namına güvendiğimiz ne kadar aygıt, teamül varsa helvasını yemeden gitmeyecekler!