Türkeş, bilim ve kimsesizliğimiz...
Bu hafta Saleh Sultansoy Hoca ile eskileri konuştuk.
Türkiye'ye nasıl geldiğinin hikâyesini dinledim kendisinden. Tevazu uğruna tarihin karanlığına hapsedilemeyecek hikâyelerden birini dinledim ondan. Türkeş'e erişemeyen genç nesillerin onun ilim adamına bakışını görmeleri açısından yazılması lâzım olan bir hikâye idi. Ve tabii ki Türk'e ve Türk Milliyetçisine olan sevdasını ve hassasiyetini görmeleri açısından...
Yıl 1993.
Türk Dünyası Kurultayı için Prof. Dr. Saleh Sultansoy merhum Elçibey tarafından Türkiye'ye gönderilir. Saleh Hoca kurultayın "Bilim ve Teknoloji" oturumunda bir sunum yapar. Sunum Başbuğ'un dikkatini çeker, Hoca orada Başbuğ ile tanışır.
Başbuğ'un himayesinde yapılan kurultaylarda sadece şiir okunup, Turani nutuklar ir'ad edilip dağılınamazdı. Amaç sadece demir dövmek değildi o kurultaylarda. Türk dünyası arasında köprüler kurmaktı.
Türk dünyasında kurulacak bilimsel köprünün ne anlama geldiğini Saleh Hoca gibi bilim adamlarının yanı sıra Başbuğ da farkındaydı.
Nitekim "Bilim Kenti" projesine nasıl sahip çıktığını konuyla ilgisi olanlar bilir. Ülkücü bir proje olarak "Bilim Kenti" meselesine başka bir yazıda mutlaka değineceğiz.
Neyse dönelim Hoca'nın hikâyesine.
Hoca'nın bilim adamı kimliği belli. Dünyanın tanıdığı bir isim. Şu anda Cern'de çalışma yürüten önemli isimlerden biri. H-İndeksi TOBB ETÜ'ye geçmeden önce 35'ti, hemen hepsi SCI'de taranan 500'e yakın makale. Gittiği ve akabinde Milliyetçi kimliğinden ötürü kovulduğu bütün üniversitelerin Cern Atlas deneylerine katılımlarını sağlayan bir isim Sultansoy.
Neyse bu bahsi uzatmayalım.
Hasılı hoca bilimsel çalışmalarını Türkiye'de yürütmek ister. Bununla ilgili girişimlerde de bulunur. Nihayet Ankara'daki önemli bir üniversiteden bir davet alır. O da davete icabet edip Türkiye'ye gelir. Aradan iki ay geçer lâkin Üniversiteden bir dönüş olmaz. Kendisine davetiye gönderenler ortadan kaybolur, telefonlara çıkmazlar, randevu verilmez.
Hoca Ankara'nın ortasında kala kalır. Azerbaycan Elçiliği de hocaya ilgisiz kalır.
Türklerde bilim adamına karşı ilgisizliğin genetik bir faktör olduğu bir kez daha ispat edilmek üzeredir.
O zamanlar da bugün gibi Milliyetçi öğretim üyelerinin üniversitelerde dinleyeni, işlerini kovalayanı yoktur. Ama bugünden şanslıdırlar, Başbuğ vardır.
Doğal olarak, meseleden haberdar Ülkücü akademisyenler Saleh Hoca'yı alır Başbuğ'un kapısına dayanırlar. Durumu anlatırlar: "Böyleyken böyle Başbuğum, medet!" derler. Hoca biletini almış, geri dönecek. Dönünce de, Japonya'ya gitmeyi düşünmektedir. Çünkü Japonya'dan da davet almıştır.
Başbuğ Hoca'ya "Bir hafta bekle, ben ilgileneceğim" der. Hoca "Biletimi aldım Başbuğum, gitmem lazım" demeye çalışır, lakin Başbuğ kararlıdır "Biletini ertele!" der.
Talimat alınmıştır, Hoca bileti erteler.
İki gün sonra...
Hoca'nın telefonuna çıkmayan üniversite yetkilileri: "Neredesin Hocam, seni aramaktayız!" minvalinde özür cümleleri ile arz-ı endam eyleyiverirler.
Büyükelçilik de Hoca'nın Azerbaycan için önemli bir bilim insanı olduğunu hatırlayıverir.
Ve Saleh Sultansoy'un Türkiye macerası başlar...
Hoca bir müddet sonra, üniversitenin ve elçiliğin Hoca'nın önemini birden bire nasıl kavradığını öğrenir.
Her şey Başbuğ'un odasından çıktıktan sonra başlamıştır. Başbuğ önce Elçi'yi arayıp "Hoca ile neden ilgilenmiyorsunuz!" diye fırçayı atmıştır.
Fırça yeme sırası Hoca'yı çağırıp yüzüne bakmayan üniversite yetkililerindedir. Başbuğ Rektörü arar: "Saleh Sultansoy bize Elçibey'in emaneti önemli bir bilim adamıdır, hem davet edip hem de nasıl bekletirsiniz!" minvalinde cümlelerle ihtarını çeker.
Başbuğ farkı bu...
Bu fark Türkiye'ye uluslararası alanda saygın bir bilim adamını ve Türk deyince deyim yerindeyse "cezbe" geçiren bir Türk Milliyetçisini kazandırmıştır.
Bugün de dün gibi Türk Üniversitesi'nde Türk Milliyetçilerinin söz hakkı yoktur. Bugün de dün gibi Üniversiteli Ülkücülerin birbirinden başka kimsesi yoktur.
Lakin bizim bahtsızlığımız bir Başbuğ'a da sahip olmayışımızdır...