Türk neymiş, öğren!
Adam, Türk olmaktan, adam, Türk’le özdeşleşmiş İslâm’dan utanıyor, “Keşke Hıristiyan olsaydık” diyenler de, Kurtuluş’un mevlidi İstiklal Marşı’na emzirilmiş Türk-İslâm ruhundan nefret edenler de içimizden çıktı maalesef.
İslâm’ı vaftiz edilmiş beyinlerle ölçenler ve Türk’ü, Hitler’in Yahudi’ye baktığı gözle görenler, sizi, önce tarihi bir hakikatle baş başa bırakmak istiyorum.
Rahmetli Cemal Kutay, Hürriyet ve İstiklal Mücadeleleri Tarihi’nin 7’nci cildinde nakleder, 1835’te Osmanlı’nın çekildiği toprakları gören meşhur Alman generali Moltke’nin hatırâtında anlattıklarını:
“ - Bu verimli topraklarda ne şehirler, ne kasabalar, ne şatolar, ne değirmenler, hattâ ne de sabit köyler vardı. Göz alabildiğine uzanan ovalar bomboştu. (...) Ahali perişan ve dağlardaydı. Bütün halk, kıyafeti düzgün bir kimseye rastladıkları zaman hürmetle eğiliyorlardı. Kulübelerde eşya ve erzak görmedim. (...) Kadınlar, eğer iki kat çamaşırları varsa, mevsimine bakmadan üst üste giyiyorlardı. Hepsinde derin bir korku, ruhlarına kadar işlemiş bir güvensizlik duygusu vardı. Az konuşuyorlar, sadece soruldukça cevap veriyorlardı.”
Beni cidden meraklandıran gördüklerimin içyüzünü, nihayet, yaşı yüze yaklaşmış, fakat hâfızası yerinde bir ihtiyardan dinledim. (...) Eliyle, bomboş ve hayli verimli ovayı işaret ederek dedi ki:
‘- İşte buralarda kum gibi insan kaynardı. Tarlalar bol mahsul verirdi. İnsanlar neşeli ve emniyette idiler. Kimse kimseden korkmazdı. Herkes dilediği gibi yaşardı. Hakka saygı, emeğe hürmet vardı. Ne zalim, ne mazlum yoktu. Ne vakit ki, Türk gitti, Rus geldi, sana bütün anlattıklarım Türk’ün ardından yola çıktı, onunla beraber bilmediğim diyarlara göç etti.’
Moltke, tabloyu şu cümlelerle tamamlar:
“- Bütün Balkanlarda aynı gerçeği gördüm: Türk’le beraber, huzur ve hürriyet de gitmiş. Mağrur ve fatih bir milletin, kendisine râm olmuş insan sürülerine hayvan değil, insan muamelesi yapma sanatını, külfetleri kendi milletine yükleyip, nimetleri reaya dediği gayrı Türk unsurlara bıraktığı hakikatini hayretle görmek isteyenler, Balkanların dışardan tahrikler olmadığı asırlardaki Türk idaresini hatırlayabilirler..”
“Ey, “Ah şu Türk’ten bir kurtulsak” diyen zavallılar demek ki Türk, kıymeti ancak kaybedilince fark edilen, ” Külfeti kendi milletine yükleyip, nimeti gayrı Türk unsurlara bırakan “ şerefli bir milletmiş..
Bunu Balkanlar söylüyor, bunu Alman general gözleri ile görmüş, kulakları ile işitmiş..
Peki Kuzey’de söyleniyor da, “Ah Türk, niye gittin!” türküleri, güneyde, meselâ Filistin’de söylenmiyor mu?
Kulak ver bak nasıl, “Nerdesin ey Osmanlı” ağıtları yükseliyor Türk’ün çekildiği her coğrafyadan..
“Halk bilinçlenince tarihinin nasıl çarpıtıldığını yakinen gördü. Osmanlı’nın tüm Irak halkını kucaklayıcı ve adaletli yönetimini arıyoruz, anlayacağınız Irak da Osmanlı’ya hasret” diyen, ben değilim, Iraklı akademisyen İsam er- Ravi..
Atatürk’ümüz değil miydi, özetle, “Zayıfken terk ettiğimiz İslâm topraklarını Yahudi’ye yem etmeyiz!” diyen?
Osmanlı, yani...
“Külfeti kendi sırtına vurup, nimeti içindeki ’öteki’lerle paylaşan” Müslüman Türk...
Bugün sen “ırkçılık” diye Türk’e, “laiklik” diye İslâm’a sırtını dönersen, yüzünü dönecek ve yüzüne bakacak tek bir kişi ve bir karış coğrafyayı bulamazsın.
Akıllı ol, büyük düşün, terk et artık şu duvarcı ayaklarını, İsrail çömezliğini, bil ki Türk evladı bir basiret âbidesidir, devletini de, Cumhuriyeti de çok sevmiştir; at şu önlüğü, gönyeyi, şâkulü; o terazi bu sıkleti çek(e)mez..
Zira Müslüman Türk, duvar taşı değil, elmastır, elmas...