Türk Dünyası’nın 10. Yıl Marşı olsa onun yaptıklarını anlatırdı
Bir konuşması yoktu ki Atatürk’e atıf yapmasın; “Türk Birliğine inanıyorum...”
Sanırsın 1933 yılının 29 Ekim akşamı, genç ve heyecanlı Dr. Zeki’yle değil, Turan Yazgan’la paylaşmıştı Atatürk “derin düşünceleri” ni:
“ -Arkamdaki haritayı görüyor musun?
-Evet Paşam.
-O haritada, Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var; Onu da görüyor musun?
-Evet, görüyorum, Paşa hazretleri.
-Hah, işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam! (...) Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir... Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün, elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler... Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! “Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır... Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprüleri sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; inanç bir köprüdür; tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Bunları kim yapacak?
Elbette Biz! Nasıl yapacağız?”
***
Atatürk’ün fani dünyaya gözlerini kapadığı yılda, 1938’de doğduğunu bilmesem, inatla iddia edebilirdim:
“O gece Turan Hoca da o sofradaydı!”
Ve Atatürk “Bunları kim yapacak?” diye sorduğunda ileriye atıldı:
“Biz yapacağız!”
Yaptı.
***
1980 yılının şartlarını hatırlayın; “Her şey Türklük için” demek suçundan “bir sağdan bir soldan adaleti(!)” nin kalemini kırdığı Mustafa Pehlivanoğulları, Ali Bülent Orkan’lar “idam” larının infazını beklerken, kaç kişi bir milletin “derin düşüncesi” ne ses verebilirdi;
Turan Yazgan, Necdet Sevinç’in de aralarında bulunduğu ülkü sahibi aydınlarla birlikte o ortamda “Türk Dünyası” dedi!
Müzikle, resimle, tiyatroyla; Atatürk’ün dediği “köprü”leri bir bir inşa etti; kopuzla, santurla, dombrayla “uzaklar”ı kulağımızın dibine getirdi. Bağlamayla, davulla, udla, kanunla dilimizdekini onların gönlüne...
Gözlerinden fışkıran “Bu hududu kimler çizmiş gönlüme/Dar geliyor dar geliyor gardaşım” çığlığı Türk ile Türk’ün arasına zorbalıkla sokulmuş sınırları “yardığında” SSCB daha dağılmamıştı! Tanrı Dağları’nın, Orhun’un, Ötüken’in, Atsız’ın “hayal ülkesi” olmadığını kanıtladı; toprağına ayak bastı, havasını soludu, suyunu içti; evet “anayurt” vardı!
Bayraklarını neşredince anladık; zulüm altındakiler “dış Türkler” değil “Türk Devletleri” ydi.
Bugün “Türk Okulları” deyince Sakarya Türküsü okuyan Mozambikli çocuklar canlanıyor gözünüzde; oysa “Türk Okulları” Turan Yazgan’ın “ortak dil, tarih, kültür oluşturma, bir ve bütün olma” ülküsünün en önemli ayağıydı. Dini referansla hareket eden yapılanmaların onun metodunu taklit edip, hedefini başkalaştırarak oluşturduğu Balkanlar’dan Orta Asya’ya Kafkaslar’dan Afrika’ya uzanan “asimilasyon” projesiyle “Türk/Türkçe Birliği”nin ayağına çelme takıldı!
Turan Yazgan’ın kurduğu öz, hakiki, gerçek “Türk Okulları”nda Türkçe “seçmeli” ders değil, kayıtsız ve şartsız eğitim diliydi. Amaç dünyanın bütün çocuklarını “küresel İngiliz dili”nde buluşturmak değil yıllarca Rusça egemenliğinde yaşamış Türk Dünyasının ortak dilini Türkçe yapabilmekti.
Üniversiteler açtı; taleplere kulak asmadı; üniversitenin açıldığı ülkenin “insan gücü ihtiyacı” neyse onun karşılanmasına çalışıldı. Bu bir tür kalkındırma programıydı.
İki zorunlu dersi vardı;
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için İnkılap Tarihi, Türk Dünyası’nın geneli için Türk kültürü!
Milyonlarca genç “yeni baştan” yaratıldı!
Türk Dünyası’nın 10. Yıl Marşı olsa, herhalde Turan Yazgan’ın yaptıkları yazılırdı!
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplum mühendisliğinin aynısı.
***
Elimin “şöyleydi, böyleydi” diye yazmakta zorlandığı şu dakikalarda anlıyorum; Turan Hoca hiç “dün”le ilgili olmamış algımda...
Onun zihnimizdeki karşılığı hep “yarın” ...
“Umut” yani; “ülkü”, “azim”, “heves”, “coşku” ...
Tek başına bu özelliği bile yeter anlamaya nasıl bir değeri kaybettiğimizi;
Kaç kişi bir millete “geleceği” vaat edebilir ki!
Kaç kişi “Ergenekon”un bir eski zaman hikayesi olmadığını; inanan, çalışan herkes için “kurtuluş”un önüne set olan dağın hemen öte yanında olduğunu hissettirebilir ki! Ve o dağı delip geçmenin imkansız bir iş olmadığını!
Turan Yazgan’ın varlığı bu “özgüven”i diri tutabildiği için çok stratejikti!
***
Velhasıl adıyla yaşadı...
Kâh bir kurt ulumasıyla derin uykulardan uyandırdı...
Kâh şamanları aracı kıldı tabiatla konuşturdu; yer, gök, ağaçlar ve
sularla...
Kâh bir Kazak atının sırtında bin yılları dolaştırdı...
Tank paletleri altında can vererek kazanılan Azatlık’ın kıymetini
paylaştı...
Ve bizleri yakılarak, gözleri oyularak, kafası koparılarak, ana karnında hançerlenerek ölen, hâlâ susuz, elektriksiz, hastanesiz, ilaçsız, hâlâ bomba yağmuru altında olan, nükleer kobayı yapılan, sakat doğan, diri diri gömülen, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanarak ortadan ikiye ayrılan, camilerde katledilen, adsız yaşıtlarımızla tanıştırdı!
Gözyaşlarımız adresini şaşırmıyorsa onun payı çok büyüktür öncelik sıralamamızı doğru yapmamızda!
Tek başına bu bile yeter ona minnet duymaya.
Ölüm mü?
Nedir ki!
“Ecel dedikleri şey erlerin kevseridir” Turan Hoca’nın lügatinde...