Türk Dünyası mihver, Türkiye eksen olmalı
Türkiye, tarihi ve gelenekleri olan bir ülkedir. Türk milleti de Asya’nın derinliklerinden çıkıp Avrupa’nın böğrüne kadar uzanan bir coğrafyada varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle Türkiye’yi kalıplaşmış kavram ya da önyargıların içine hapsetmek doğru değildir. “Türkiye eksen değiştirdi” ya da “Türkiye doğuya kaydı” söylemleri sorunludur. Unutmamak gerekir ki “doğu-batı”, “Nato-Varşova”, “Komünist-Kapitalist” türünden söylemler soğuk savaş dönemine aittir. Günümüz dünyasını bu kavramlar açıklamaya yetmemektedir.
Türkiye’nin ekseni!
Türkiye; jeopolitik olarak Önasya ve Balkanlar’la, ekonomik ve değerler sistemi olarak Avrupa’yla, kültür olarak İslam/Ortadoğu’yla, tarihi birikim olarak da Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’yla ilgilidir. Türkiye’nin siyaseti de bu jeopolitik, kültür, ekonomi ve tarihi gerçekler üzerine oturması doğal bir durumdur. Çünkü Türkiye dahil hiçbir ülke jeopolitik (coğrafya), tarih, ekonomi ve kültürel gerçeklerine aykırı bir siyaseti sürdüremez.
Ülkelerin reel siyasetlerini liderler, sevdalar, tutkular ya da duygular değil çıkarlar tayin eder. Türkiye’nin ekseninin, eğiliminin, istikametinin, ilişkilerinin yönünün bu gerçeklere bağlı olarak şekillenmesi de son derece doğaldır.
Türkiye’nin eksen değiştirdiğini söyleyenlere karşı Uluslararası Kriz Grubu’ndan Hugh Pope, Türkiye’nin dış politikadaki açılımlarının Ortadoğululuk veya İslamcılıktan kaynaklanmadığını zira Türkiye yalnız Arap ülkeleriyle değil, Rusya ve Yunanistan’la da benzer ilişkiler kurduğunu bu perspektiften bakarak ifade etmiştir.
Çok açıktır ki, Türkiye gerçeklerinden kaynaklanan çok yönlü, çok boyutlu ve bir o kadar da karmaşık bir ilişkiler dünyasına aittir. Türkiye, bu özelliğini fark etmiş görünmektedir. Birilerinin Türkiye’yi hâlâ soğuk savaş paradigmalarıyla değerlendirmesi gerçekleri açıklamaya yeterli değildir.
Gerçekte ne oldu?
Türkiye, soğuk savaş döneminde çıkarlarını değil güvenliğini esas alan bir siyaset izlemek zorunda kalmıştı. Komünizmin karşısında kapitalist blokun, SSCB’nin karşısında ABD ve Avrupa’nın yanındaydı. Batılı kurumlar, değerler ve ilkeler anlamında değil ama güvenlik, ekonomi vb. siyasetler anlamında tam anlamıyla Batıya bağımlıydı. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte Türkiye’nin önüne yeni hacet kapıları açıldı. Soğuk savaş sonrasında Türkiye’nin önünde artık bir Türk Dünyası gerçeği vardır.
Türkiye’nin siyasetini bu bağlamda dünyanın yeni gerçekleri tayin etmesi doğal bir zorunluluktur. Türkiye şu veya bu eksene, şu veya bu ideolojik saplantılara ya da şu veya bu gücün küresel taleplerine göre değil kendi gerçek çıkar ve ihtiyaçlarına göre siyasetini belirlemek zorundadır.
Nereden nereye gelindi?
Daha bundan beş yıl önce ABD kuvvetlerince Türk askerinin başına çuval geçirildiğinde “ABD’ye nota verecek misiniz?” sorusuna “Ne notası, bu müzik notası değil!” diyen bir Türkiye, bugün ABD’ye ya da Obama’ya rağmen BMGK’de aksi yönde oy kullanabilmiştir. Daha önce “1 Mart tezkeresi”yle benzer bir duruş gösterilmişti. Ancak bu bir yol kazasıydı. Çünkü ABD’ye izin veren tezkerenin TBMM’den geçmemesi iktidara rağmen gerçekleşmişti. Hâlbuki İran’a ambargo öngören ABD talebinin reddi bizzat iktidarın iradesiyle
olmuştur.
Dünya gerçekleri Türkiye’deki siyasetçileri kendine getiriyor ama uyanış yanlış yerde oluyor. AB’nin, ABD’nin kuyruğuna takılan Türkiye kendi çıkarları aleyhine davranan Türkiye idi. Akdeniz’de bir geminin ya da Filistin’de Hamas’ın kuyruğuna takılan Türkiye’de yanlış yapan Türkiye’dir. İzlenmesi gereken siyaset dünya gerçeklerinden kopmadan Türkiye mihverli, Türk Dünyası eksenli ve Ortadoğu açılımlı bir siyaset olmalıdır.