TSK'ya tarikatlar sızıyor mu?..
15 Temmuz 2016'dan itibaren FETÖ bağlantısı nedeniyle TSK'dan toplam 20 bin 571 personel ihraç edilmiş...
FETÖ'ya karşı neredeyse her gün yapılan operasyonların büyük bölümünün TSK içerisinde yürütülmesi de gösteriyor ki, Türk ordusunun bünyesinde halen "kripto" unsurlar mevcut...
Bu saptama şu anlama da geliyor;
Devlet, 4 yıldır süren operasyonlara rağmen, bırakın kamunun diğer birimlerini, ordu gibi en kritik kurumu bile örgütten tamamen temizleyememiş...
Peki; TSK'dan neredeyse her gün personel atılırken, ortaya çıkan asker boşluğu nasıl dolduruluyor acaba?..
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, konuyla ilgili dün şu açıklamayı yaptı;
"15 Temmuz'dan sonra meydana gelen personel azalması nedeniyle çalışmalara başlanmış, 23 Ekim 2020 itibariyle 95 bin 911 personel temin edilmiştir."
Devletin cumhurbaşkanından içişleri bakanına kadar, kritik kurumların başındaki her yetkili FETÖ tehdidinin devam ettiğini söylerken, operasyonların 4 yıldır durmaması da cemaatin bazı noktalarda halen faal olduğunu kanıtlıyor zaten...
Ancak burada çok önemli bir soru var;
Menzilci, Nurcu, Hak Yolcu gibi dinci grupların FETÖ'dan boşalan kadrolara yerleştirildiği konusundaki sızma kuşkularına karşı, Türk Silahlı Kuvvetleri cemaatin başka versiyonlarına set çekmek için nasıl bir önlem aldı acaba?..
15 Temmuz'un ağır sonuçları da gösterdi ki, konu ülke güvenliği bakımından yaşamsal olduğu için Hulusi Akar'a şu soruları da sormak gerekiyor;
TSK'ya son yıllarda alınan 96 bin civarında personelin seçiminde kriterler ne kadar etkili uygulanabildi?..
Cemaatlere ait okullardan ve tarikatların cirit attığı imam hatiplerden kaç kişi alındı TSK'ya?..
96 bin personel arasında, başka tarikatlara mensup müritler TSK'ya sızmış olabilir mi?..
Bu soruları sormamızın tek nedeni, son 10 Kasım töreninde bazı askerlerin selam durmaması değil, darbe girişiminden yıllar sonra bile kamunun kritik birimlerine alınanlar arasında FETÖ'cülerin deşifre olması ve bunların sürekli medyaya yansıması...
Evet; bu ülkede "beterin beteri var" saptaması hep gündeme geldi...
Açgözlü tarikatçılığın her fırsatta militan müritleşmeye dönüştüğü bir dönemde, devletin kendisini koruma refleksinde, en hassas olması gereken kurumlar güvenlik teşkilatlarıdır...
Üstelik İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun
"Türkiye'de 125 bin kişi kamudan ihraç edildi. Bunun 44 bin kişisi İçişleri Bakanlığı'ndan" şeklindeki açıklamasını daha geçen hafta bu köşeden duyurmadık mı?..
Evet; bir yandan dincilerin bertaraf edildiği, diğer yandan da başka dincilerin devlete sızmak için pusuda beklediği bir dönemde, özellikle TSK için kılı kırk yarmanın tam zamanıdır demek abesle iştigal olmaz...
İstifa edememek!..
İcraatlarıyla çok tartışılan Berat Albayrak'ın istifasına odaklandı herkes...
Oysa asıl mesele Albayrak'ın istifa edememesidir!!!
Daha doğrusu; istifa etmek için çırpınması ve en vahimi de bunu duyurmak için uğraşırken bile, memlekette artık olağanlaşan o meşhur sansür zavallılığından ağır darbe yemesi!..
İddiaya göre, "Albayrak istifa metnini devletin Anadolu Ajansı'na verdi ancak yayınlanmadı... Albayrak'ın bir dönem yönettiği 'A Haber' de dahil olmak üzere, yandaş medyanın tamamı bu şok edici istifa haberini duyurmaktan kaçındı... Albayrak, Twitter hesabının da çökertilmesi üzerine son çare olarak İnstagram'ı kullandı" ve istifa metni buradan yayımlayabildi...
Ancak İnstagram böylesi kritik bir istifa duyurusu için ciddi bulunmamış olacak ki, kafada kuşkular oluşunca, bunu kimse teyid etmek de istemedi!..
Sonunda Albayrak'ın imdadına bir muhalefet kanalı yetişti ve danışmanı o televizyona bağlanarak, istifayı doğrulamak zorunda kaldı!!!
Hazine Bakanının istifası ile ilgili ortaya çıkan siyasi dersler ve kayınpederi olan cumhurbaşkanı ile arasındaki hesaplaşma, Türkiye'de "tek adam" siyasetçiliği çemberinin ne kadar etkili hale geldiğini anlatmıyor sadece...
Liyakat- torpil tartışmasının bürokrasinin damarlarına kadar yerleştiği bir ülkede; kaderi bir tek kişinin iki dudağı arasına sıkışan siyasetçilerin, bırakın kendi iradeleriyle istifa etmesini, istifayı duyurmak konusunda bile aciz ve etkisiz bırakılabildiğinin kanıtıdır bu siyasi skandal...
Velhasıl; bu ülkede artık insanlar siyasete girmek için sadece liderlere yalvararak el etek öpmüyorlar; sansür-ambargo kıskacında zorluk çekerek istifa etmeye çalışırken ve koltuklarından inmek isterken bile "af" dilemek için çırpınıyorlar...
Devletin en tepesindekinin en yakını da olsanız, kovulmaktan da, sansürden de, ambargonun acımasızlığından da kurtulamıyorsunuz bu ülkede?
Velhasıl, torpille gelen, torpiliyle de gidiyor!.. Ah liyakat ah...
Taklitle mi Oscar alınacak?..
Bilim ve teknoloji çağında yüzümüzü güldüren Türkler dünya kamuoyunun gündemine artık daha çok çıkıyor...
Nobel alan ilk Türk bilim adamı Aziz Sancar Türkiye'ye büyük gurur yaşatırken, insanlığı mahveden Corona salgınına karşı ilk aşıyı geliştiren
BioNTech'in Türk kurucusu Prof. Dr. Uğur Şahin ile eşi Özlem Türeci dünya kamuoyunun gündemine oturarak, Türkiye'nin adını bir kez daha gururla gündeme getirdiler...
Peki, Türkiye bu güzel örnekler dışında, neden adını başka alanlarda dünya gündemine getiremiyor?..
Örneğin: Cannes'de alınan birkaç ödül dışında, Türk sinemasında son yıllardaki kısırlık, özensizlik ve duraklamanın asıl sebebi ne?..
25 Nisan 2021'de, Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından düzenlenecek 93. Akademi Ödülleri'nin (Oscar) Türkiye adayı belli olmuş...
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile sinema meslek örgütlerinin temsilcilerinden oluşan seçici kurul, Mehmet Ada Öztekin'in yönettiği "7. Koğuştaki Mucize" filmini seçmiş...
Ancak bu filmin senaryosunun 2013 yapımı Güney Kore filmi "Miracle in Cell No. 7"dan uyarlanmış olması haklı olarak tartışma yaratmış.
Liboş döneklerin "Türk bilim adamı" demekten bile kaçındığı bir ülkede, milli duruşlara ve yaklaşımlara düşmanca bakan çevreler değil tek sorun...
Türkiye'nin, en iyi yabancı Oscar yarışmasına gönderecek bir Türk filmi çekemeyerek, Güney Kore kaynaklı bir senaryoya sığınması ve bunu da "Türk filmi" diye yarışmaya göndererek taklitçiliğe teslim olması çok vahim değil mi?..
Sinema eleştirmenleri Kültür Bakanlığı'na ve seçici kurula tabii ki tepki göstermekte haklı...
Kendi düşüncesi, özkaynakları ve sinema anlayışıyla neden etkili, özgün, ulusal bir yapım ortaya çıkartamıyor Türk sineması?..
Bu ülkede her yıl çekilen en az 100 dizinin yarısını dünyanın birçok ülkesine satabilen bir sektör, hangi kısırlığın kurbanı oldu da, Güney Kore üzerinden Oscar peşine düşebiliyor?..
Bir başka soruyu da soralım;
Yeni kuşak sinemacılar 1960'lı yıllardan itibaren "ulusal sinema" kavramını öne çıkartan Metin Erksan ve Halit Refiğ'i anımsıyorlar mı?..
Asıl sorun ne biliyor musunuz;
Lüdfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ve Şerif Görenin özgün yaklaşımlarını unutarak, herkesin Nuri Bilge Ceylan olmak için çırpındığı bir tıkanma ortamında, sinemanın içine düşürüldüğü taklitçiliğin, nihayetinde aşırmacılığa dönüşmesi...
Evet; 5 ülkede versiyonları çekilen bir filmle Oscara umutlananlar, başrollerinde Leonardo DiCaprio'nun oynadığı Köstebek filminin, 2002 yapımı 'Kirli İşler'den (Infernal Affairs) esinlenmesine rağmen 4 dalda Oscar almasına sığınmasın da, özgüne yönelsin...
Türk sineması; bırakın Oscar almayı, Güney Kore gibi ülkelerden en iyi taklitçilik plaketi bile alamaz bu kafayla... Çünkü taklit her zaman ucuzdur!..