TRT’nin pembe muhalefeti
Yiğidi öldür hakkını yeme; TRT son dönem dizileriyle şeytanın bacağını kırdı ve sonunda “izlenebilmeyi(!)” başardı; hem de toplumun her kesimi tarafından. Bu diziler arasında siyasi gündeme ve hükümet politikalarına dönük “taşlamaları”yla dikkati çekenler de var. Gerek gazetelerin televizyon yorumlarında, gerek sosyal medyada bir takdir, bir alkış, bir “oldun sen” havası!..
Tersten bakalım;
İktidar tümüyle kontrolü altında bulunan TRT aracılığıyla “kendi makbul muhalefeti”ni yaratmayı deniyor olamaz mı! Bu dizilerin müdavimlerini hayal kırıklığına uğratmak istemem ama; küçük, şeker, insanları sadece güldüren o tek cümlelik “eleştirellik” sayesinde “ohhhh” diyor musunuz, demiyor musunuz?
Bu müsamaha, hoşgörü, tahammül gösterisi, en nihayetinde ekran kahramanlarının arkasından gıyabi cenaze namazı kılacak derecede dizi bağımlısı olmuş topluma uygulanabilecek en akıllıca gaz alma yöntemi...
“Sol”larından kalkmaya başladılar
“Sol değişebilir mi”, “Sol ve kimlik”, “Solun kurucu unsurları” ... Sol içindeki herhangi bir fraksiyonun yayın organında “arayış”, “çıkış” arayan uzun teori metinlerinden birinden almadım yukarıdaki ifadeleri... “Liberal-muhafazakar(!)” bir yerde konumlanan, ille de bir “yön”le tarif gerekirse kesinlikle “sağ” olan bir günlük gazetede son birkaç gündür sıkça tekrarlanan yazılardan seçmece her biri. Düne kadar “milliyetçiliği” tasarladıkları kalıba sokma gayretinde olan bu cenahın solun derdiyle dertlenme hali, ABD’den ateşlenen “daha çok sol lazım” işaret fişeğiyle ilgili olabilir mi!
Kutsalı küçültme gafleti
Müslümanların Hz. Peygamber’den sonra ikinci devlet başkanı Hz. Ömer, Kâbe’nin hareminde hiç kimseye üç günden fazla kalma imkânı vermiyordu. Eleştirenlere söylediği şuydu:
“Her gelen orada istediği kadar yayılırsa Kâbe’nin mehabeti kalmaz...”
İmamı Şâfiî (ölm. 204/820), Peygamberimize salât ve selamın her ağız açıldığında telaffuzuna aynı gerekçeyle karşı çıkmıştır: Mehabeti kalmaz.
Yani saygınlığı, iç dünyaya nüfuz gücü yok olur, sakıza döner. Bu sakıza dönüş önlensin diyedir ki, İmamı Şafiî şöyle diyebilmiştir:
“Bir insan, bir mecliste bir kez salât ve selam getirse yeter. Ömründe bir kez getirse yine yeter...”
Bu satırların yazarı, ‘Allah’ kelimesini çok telaffuz eden ama telaffuz ettiğinde titreyen, bazen yere çöken, gözleri yaşla dolan, gerçek Allah adamlarının sohbetlerinde, onların nefesiyle büyüdü.
O nefeslerin ilhamıyladır ki, Allah’ı pazara indirip aldatma aracı olarak kullanmaya kalkan sahtekârı çok iyi tanırım. Onu yüzünden, nefesinden, edasından-sadasından tanırım. Daha ağzını açtığı anda tanırım. Adımını attığı anda tanırım.
Siyaset ve çıkar dincisi sahtekâr, kutsallarımızı, ölümsüz değerlere saygıyı ufalta ufalta yok etti. Şimdi o, ‘Allah’ dendiğinde olduğu yere çöken, gözleri yaşla dolup göğsü titremeye başlayan yüce ruhlu insanların dine-imana yönelik yarattığı sevgi ve saygıdan eser kalmadı.
Bu gerçekleri anlattığınızda, çıkar tezgâhı sarsılan din çapulcusu sahtekâr, ruhsal dedeleri engizisyon papazlarına has katranlı bir melanetle bağırmaya başlıyor:
“Din, birilerinin keyfi için kolaylaştırılıyor, sosyete cennete gidebilsin diye dine müdahale ediliyor!”
Adamlar, sizin dininizi, aklı ve Kur’an’ı dışlayarak yozlaştıracaklar, siz buna karşı çıktığınızda ise sizi ‘dinden taviz vermek’le itham edip susturacaklar. Sonra da, su başlarına geçtiklerinde, yirmi dört saat haçlı kodamanlara hulûs çıkarmayı başarı ilan edecekler...
Tarih böyle bir ikiyüzlülük, böyle bir onursuzluk kaydetmiş midir?!
Din çapulcusu sahtekâr, ha bire din der, iman der, ibadet der, âhret der, salâtu selam der, sarık der, takke der... Ama insan hakları, helal lokma, emeğe saygı, samimiyet asla demez. Çünkü bunlar onun kara yüreğini rahatsız eder. O yürek kara yürek, vicdansız yürek. O kara yürek bütün güzelliklere ve haklara düşmandır. O kara yüreğin yaydığı ufûnet yüzündendir ki, insanlık, Kur’an’ın aydınlık dininden nefret eder hale gelmiştir.
Yaşar Nuri Öztürk / Yurt
Bektaşinin ölümsüz mesajı
Gerçeği tam omurgasından yakalayan şu Bektaşi hikmetini dikkatle okuyalım:
Bektaşi babası kahvede oturmuş, “Allahım! Fakir kuluna bir şişe rakı ihsan et!” diye yalvarıp duruyormuş. Yan tarafta oturan softa başı, babayı zor durumda bırakıp açık düşürmek için, “Allahım! Ben kuluna iman nasip et!” diye yalvarmaya başlamış. Etraftaki softa beslemeleri, efendilerinin mesajını hemen alıp babaya bindirmişler.
“Yahu, sen ne biçim adamsın? Bak, hazret, Allah’tan iman niyaz ediyor, sen rakı istiyorsun. Kötü örnek olmaya utanmıyor musun?”
Baba; her zamanki sakin, ârif ve kâmil tavrıyla asırlara ders olacak ibret ve hikmet yerine oturtan şu cevabı vermiş:
“Şaşacak ne var, efendiler. Herkes Allah’tan, kendinde olmayanı ister. Softa efendi onda olmayanı istiyor, ben de bende olmayanı. Onda olmayan iman, bende olmayansa rakı.”
Allah ile aldatanlar halkın elinden her şeyi aldılar ve bunun içindir ki her şeyleri var. Onlarda olmayan tek şey, Kur’an’ın istediği iman. Galiba bu yoksunlukları yüzündendir ki sürekli ’din-iman’ diye bağırıp çağırmakta, ona buna toslamaktalar. Baba erenlerin hatırlattığı ölümsüz gerçeği unutmayalım:
“Herkes kendinde olmayanı, muhtaç olduğu şeyi ister.”
Temel bir gün...
Standard&Poors kredi notumuzu ’durağan’a çevirdi, Başbakanımız sinirlendi, kendi derecelendirme kuruluşumuzu kuracağımızı açıkladı.
(Temel bi gün kendi tekstil markamı kurucam, ismini de Temel ile Hamsi koyucam demiş. Yahu böyle isim olur mu denince de, sinirlenmiş... Paul&Shark oluyor da, Temel&Hamsi niye olmasın?)
Yılmaz Özdil / Hürriyet
“Ben yapmadım TSK yaptı”
Amerikalılar, olayı(Uludere) üzerinden atarak, katliamdan “arınmış” oluyor...
Ayrıca Predatör’leri satın almak isteyen Türkiye’ye de dirsek gösteriyor...
Başka bir nokta da, Kürtlere karşı “Suç bizim değil, tamamen TSK’nın” diyor..
Dünyaya da!
Daha ne olsun! Hükümet ise bu katliamı haklı gösteren açıklamalar yapacağına, olayı bütün açıklığıyla ortaya koymalı.
Orhan Bursalı / Cumhuriyet
Tayyip Erdoğan, “Bizde muhalefet beyaza siyah der” demiş. Lafını biz tamamlayalım: İktidar da siyaha beyaz der!
Fahrettin Fidan / Milliyet (Açık Pencere)
Ne kuş ne deve
Sistemler, anayasalar, uygulandıkları ülkelerin sosyo-ekonomik yapıları demokrasi kültürleriyle hemhal olup, oraya özgü özellikler kazanarak, biçimleniyorlar.
Nitekim Türkiye’de yürürlükte olan anayasa ve yasaları alıp, sosyo-ekonomik koşulları farklı ülkelerde uygulayın, çok değişik sonuçlar elde edersiniz. Başkanlık sistemleri için de durum aynıdır.
De Gaulle’in kalıbına uygun biçildiği, haklı olarak ileri sürülen Fransız Beşinci Cumhuriyeti’nin 1958 tarihli Anayasası’nın 16. maddesinde Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilere çağdaş dünyada ancak diktatörlüklerde rastlanır. Ama ünlü 16. maddeye karşın, 1958 Fransız Anayasası diktaya yol açmadı. Ve ne kuş ne deve sistem, uygulama içinde, Fransız demokratik gelenekleriyle hemhal olarak yürüdü.
Fransa’da monarşiye doğru eğilim olmaması, Türkiye’de de başkanlık sisteminin “Sultanlık” demek olmayacağı anlamına gelir mi?
Ali Sirmen / Cumhuriyet