Terörle topyekûn mücadele!
Dağlıca’dan sonra Aktütün Karakolu’na karşı yapılan saldırılar, Türkiye’nin güvenlik stratejisi ve teröre karşı aldığı tedbirlerin yeterli olmadığını bir kez daha ortaya koymuştur. Hâlâ Türkiye’de sınır güvenliğinin, sınırın uç noktalarına inşa edilen ya da edilecek olan muhteşem karakollarla sağlanabileceğini düşünenler var. Kendi güvenliğini sağlayacak yerde olmayan bir karakol elbette ülkenin sınır güvenliğini hiç sağlayamaz. Bunun için karakolların savunulmaya en uygun yerde yapılmaları gerekir. Ancak sorunu karakol inşa etmek ya da askeri yöntemlerle teröristi etkisizleştirmek sorunu olarak görmek de yanlıştır. Terörist bulunduğu ve görüldüğü her yerde elbette yok edilmelidir, zaten edilmektedir. Ancak gerçekte yapılması gereken şey teröristi üreten bölgesel, ulusal ve uluslararası zeminin yok edilmesidir.
Bunun için “Türkiye’nin terörü yok etmek amacıyla hazırlanmış bir terörle mücadele konsepti var mıdır?” sorusunu kendi kendimize sormak durumundayız.
Askere ihale edilen mücadele!
Türkiye’de halihazırda yalnızca TSK, adeta tek başına teröristle büyük bir mücadele vermektedir. Bu mücadelede de belirtmek gerekir ki asker son derece başarılıdır.
Ancak teröristle mücadele terörle mücadele anlamına gelmez. Terörü üreten, besleyen, eğiten, teçhiz eden, motive eden, finanse eden, koruyan, savunan ve destekleyen kaynaklar yok edilerek ancak terörle mücadele edilebilir. Bu bağlamda teröristle mücadele nasıl ki askerin işiyse, terörle mücadele de siyasetin işidir. Türkiye’nin uzun yıllardır uyguladığı terörle mücadele siyaseti, bu anlamda başarısızdır.
Eğer Türkiye’nin terörle mücadele siyaseti başarılı olsaydı bugün;
* Terör örgütünün dış bağlantıları kesilmiş,
* Teröre verilen dış destekler ortadan kaldırılmış,
* Terör örgütüyle mücadelede uluslararası destek sağlanmış,
* Çekiç Güç, bölgede zamanında başı boş bırakılmamış,
* Barzani Irak’ta devletleşme seviyesine gelmemiş,
* Terör örgütüne katılmaları engelleyecek sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirler devreye sokulmuş olurdu.
Terörle bütünsel ya da topyekûn mücadele konsepti çerçevesinde terörü besleyen, destekleyen ve üreten şartların gerçek envanterinin yapılması şarttır. Bu noktada terörün kontrolden çıkmasında iç ve dış dinamiklerin rolü ayrıntılarıyla ortaya konulmalı ve yapılması gereken ne varsa zaman geçirilmeden yapılmalıdır.
Dost ya da düşman!
Özellikle de ABD’nin, AB ülkelerinin ve Barzani’nin PKK terörü konusunda Türkiye’nin yanında oldukları türünden diplomatik konuşmaları Türkiye fazla ciddiye almamalıdır. Türkiye bu bağlamda dost olarak kabul ettiği ülkelerin gerçek yüzleriyle yüzleşmesini becermelidir.
ABD, Türkiye’nin stratejik müttefikidir, PKK, aynı zamanda ABD’nin de “düşman” ıdır ve Türkiye’ye ABD, canlı istihbarat vererek terörle mücadelesine destek olmaktadır, sözleri diplomatik söylemlerdir. Bir yönü itibarıyla bundan yararlanmak gerekir. Ama teröristlerin üzerinde yakalanan binlerce silah ve mühimmatın ABD malı olduğunu unutmamak gerekir. Çekiç Güç, terörle mücadele koordinasyonu oyalamaları, Süleymaniye olayları, “Kuzey Irak’a girmeyin”, “PKK’yla görüşün/Barzani’yi tanıyın” baskılarını yapan da ABD’dir.
İşin özü şu: Barzani’nin hamisi ABD’dir. PKK’nın hamisi de Barzani’dir. Ortadaki denklem budur. Hesap buna göre yapılmalıdır. Terörle mücadelede en büyük gafleti düşman unsurları dost olarak görmek yaratır.