Teröre hayır, bölünmeye evet mi?
Terör örgütüyle 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan ve bölgeye yayılan silahlı mücadele, bütün şiddetiyle devam ediyor. Önceleri izinli ve sınırlı yetkiye dayanan pasif savunmaya dönük operasyonlarda ağır kayıplar verildi. Bu durum karşısında aktif savunmaya geçildi ve sonuç alınmaya başlandı.
Ortaya öylesine gerçekler çıktı ki herkesi şaşırttı; büyük bir felakete sürüklendiğimiz bütün çıplaklığı ile görüldü. Örgütün bölgede müthiş bir hakimiyet sağlayarak ordulara yetecek kadar bomba, silah, mühimmat ve patlayıcı depoladığı; "öz yönetim" adı altında etnik "devlet" inşa ettiği; belediye araçlarıyla yolları kazarak hendekler açtığı, kentlerin altını kanallar kazarak köstebek yuvasına çevirdiği ve rehin aldığı milyonlarca kardeşimizi perişan ettiği vb. vicdanları isyan ettirecek gerçekler su yüzüne bir bir çıkmaya başladı.
Bu dönemde(157 günde) yapılan operasyonlarda 100 asker, 77 polis ve 7 Köy Korucusu olmak üzere toplam 181 şehit verildi. 2002'de, bir yılda verilen şehit sayısı sadece 7 idi. Şimdi ise şehit sayısının ayda 36 olduğu düşünülürse, nereden nereye geldiğimiz çok iyi anlaşılabilir.
Bu mukayese bile "yeni siyasetin" bedelinin ne kadar ağır olduğunu göstermeye herhalde yetecektir. Yeni siyaset neydi? Onu da hatırlayalım:
On yıl boyunca, bütün medyada şöyle propaganda yapıldı: "Güvenlikçi politikalarla terörün önlenmeyeceği [2002 gerçeğini bildikleri halde] anlaşılmıştır. Biz terörü 'demokratikleşme ve özgürleşme, daha çok demokrasi ve daha çok özgürlükle' önleyeceğiz. Ve bütün dünyaya model olacağız."
Söylenenler, özetle böyleydi, ama bundan, projenin içinde olanlar hariç kimse bir şey anlamadı, "dur bakalım" diyerek beklemeye geçti.
Kurgu şöyleydi; önce "demokratikleşme ve özgürleşme" kavramlarının anlamlarını saptırdılar. Bütün dünyanın anladığı gibi ferdin/vatandaşın kanunlar önünde, temel hak ve özgürlüklerde eşitliğine ait bir kavram olmaktan çıkardılar. Bu kavramları (üstü örtülü olarak), sosyal gruplara (etnisite, mezhep, ırk, sınıf, felsefi görüş, cinsiyet ve bölge gibi) ait bir hak ve eşitlik olarak ele alıp, bu anlamda kullandılar. Bilindiği gibi, bütün dünyada fertlerin/vatandaşın hak ve eşitliği, farklı sosyal grupların da hak ve eşitliğini sağlamaktadır. İnsanlığın bulduğu ortak çözüm böyledir. Başka bir yoldan sosyal grupların eşitliğini sağlamak mümkün değildir. Mesela; bir ailenin öteki aile ile eşitliği, özgürlüğü nasıl sağlanabilir? Sosyal gruplar özelliklerini kültür olarak, toplum içinde yaşarlar. Egemenlik ise bütün sosyal grupları temsil eden milletlere aittir.
Bu saptırmaya niçin ihtiyaç duyuldu? Söyleyelim: Ancak önce ikinci bir saptırmaya daha işaret edelim. O da şu: Dünyanın en eski milletlerinden olan Türk Milleti gerçeği inkâr edilerek mealen; "'Türk de bir etnik gruptur' (!) diğer etnik gruplarla eşittir. Buna göre, egemenliğin bütününe sahip olamaz. O halde devlete, egemenliğe ve coğrafyaya öteki sosyal gruplarla eşit bir şekilde ortak olmalıdır. Demokratikleşme ve özgürleşme bunu gerektirir."
Bu temel saptırmaya iki örnek verelim.
Birincisi: "2. Cumhuriyet Tartışmaları" kitabında Erdoğan aynen şöyle diyor: "Şu anda Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. 'Türkiye Türklerindir' gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye'de yaşayan herkesindir. [Herkesten kasıt, etnik/ırk gruplardır SS]
İkincisi; "Terör örgütü benim askerime, benim polisime düşman gözüyle bakıyor. Fakat biz, şu anda bütün bu bakışlara rağmen [insanları öldürdüğü için. SS] suçlu gözüyle bakıyoruz. Neden? Demokrasinin gereği bu. Hukukun üstünlüğü bunu gerektiriyor. Bundan dolayı, insani yaklaşım bunu gerektirdiği için bunu yapıyoruz, bunu yapmakta kararlıyız. (2008 Grup konuşması.)
Demek ki; "Türkiye Türklerin değil, 27 etnik grubun imiş... ülkemizi bölmek isteyen PKK düşman değilmiş... Çünkü, 27 etnik gruptan biri olduğu için "demokrasinin gereği, hukukun üstünlüğü bunu gerektiriyormuş...
Peki Erdoğan bugün ne diyor? Bakalım: "Terör örgütüne karşı operasyonlar devam ediyor. Kesmek yok, devam edeceğiz. Terör örgütü silahlarını bırakıp, toprağa betonlayarak gömene kadar, tüm elemanları teslim olana, ülke dışına çıkana kadar bu mücadeleyi sürdüreceğiz... Türkiye'nin bir an önce yeni anayasa meselesini çözmesi gerekir. Bunu Başbakanımızla görüştük." (4.11.2015)
Sözcüsü İbrahim Kalın ne diyor? Ona da bakalım: "Son seçim sonuçları Türk, Kürt, laik, dindar, liberal ve bütün halk kesimlerinin temsil edildiği ve ülkeyi daha da kalkındıracak yeni bir anayasanın yazılması yönünde bir ihtiyaç ortaya koydu."
SONUÇ:
1) 10 yıldır PKK/KCK ile Habur, Oslo ve İmralı'da bölücübaşı ile birçok defa müzakere masasına oturan, ülkeyi "demokratikleşme" adına paylaşmada mutabık kalan siyaset, şimdi terör yok edilecek diyor. Bunun için de, güvenlikçi politikalara başvuruyor! Terör yenilince, sessizce bölünmenin mümkün olacağını hesap ediyor(!)
2) Bölünme; "çözüm süreci", biz buna proje diyelim, bu konuda aralarında bir ihtilaf yoktur. İlk fırsatta buzdolabından çıkarılacaktır. Böylece bölünme, silahsız-çatışmasız bir şekilde kaldığı yerden devam edecektir diyebiliriz.
Anayasa değişikliğinin tek amacı da bu değil miydi?