Temel fıkrasını geçti...
Ümraniye Davası 2008’de, Balyoz Davası 2010’da başladı. Her iki davanın da “yerel mahkeme” ayağı sona erdi. Balyoz’da Yargıtay safhası da neticelendi.
Dile kolay 5-6 yıllık bir süre; hiç yazmadıysak yüzlerce kere yazmışızdır “böyle delil mi toplanır” diye!
Bilgisayarların imajlarının alınması gerekirken, neden hard diskleri söküp götürüyor bu polisler böyle!
Hiç sormadıysak yüzlerce kere sormuşuzdur “mahkeme delillerin değerlendirilmesi aşamasını nasıl atlar” diye!
Onlarca üniversitenin, adli bilişim kuruluşunun “sahteliğine” hükmettiği “dijital veriler”in “delil” niteliği taşımadığının ispatlanacağı, yani suçlamaların temelden sarsılacağı, tek başına davayı çökertmeye yarayabilecek bu aşamanın es geçilmesi, yargıyı ayakta tutan sacayağını topal bırakmak, “savunma hakkı”nı gasp etmek değil midir?
Hiç dikkat çekmediysek; yüzlerce kere çektik “bilirkişi” seçilen isimler ile soruşturmayı başlatanlar, yürütenler arasındaki “manidar” ilişkilere!
Alanı olmadığı halde, uzmanlığı olmadığı halde, bölgesi olmadığı halde, neden hep aynı kurumun, aynı birimindeki, aynı elemanları “şehirlerarası transfer” yöntemiyle “bilirkişi” olarak iliştirildiler bu sürece?
Hiç eleştirmediysek, yüzlerce değil binlerce kere eleştirdik siyasilerin “bu davanın savcısı”, medyadaki yandaşlarının da bu davanın “yargıcı” - “yargısız infazcısı” olamayacağını!
Avukatlar cüppelerinden sürüklenerek mahkeme salonundan atılırken... Mahkeme başkanları savunmaları, “laf kalabalığı” deyip yarıda keserken... Tanıklar dinlenmezken... Ne zaman “usul” desek “vay darbeci”, “vay vesayetçi”, diye işaret parmaklarını gözümüze soka soka “esas” dediler bize;
“O planların olmadığı anlamına mı gelir” diye “şahsiyet cellatlığı”nı aklamaya giriştiler...
“O konuşmalar onlara ait değil mi yani” diye “yasadışı dinleme” ürünlerini delil gösterdiler...
“Zarfa değil mazrufa bakın”dı sloganları!
Dünya adalet tarihinin utanç sayfasına yazılacak biçimde
“Doğru, usul ihlal edildi ama davanın esası haklı” diyerek usulsüz verildiğini kabul ettikleri bir kararı “adaletin zaferi” diye kutladılar.
Ve şimdi, dün, bunca yıl sonra kalkmış “Büyük hukukçu Cevdet Paşa, “Usul esasa mukaddemdir.” diyor. Yani “Usul, esastan önce gelir”. Bugün yaşadığımız yargı tartışmalarında bu sözün ne kadar önemli, kıymetli olduğunu herkes anlamış bulunuyor. Usul hataları, özü doğru pek çok davayı tartışılır hale getirir. Delil toplama titizliğinden tutunuz, delillerin değerlendirilmesi, karartılması, bazı delillerin görmezden gelinmesi, bilirkişi seçimleri hep usule riayetteki ölçülerdir. Bir de siyaset ve medya ayağı usul konusunda çok önemli. Siyasi aktörler ve onların etkilediği medya vasıtasıyla yargısız infazlar, evet, bu ülkede yargıyı etkilemeye yöneliktir ve adaletin korkulu rüyasıdır...” yazıyor içlerinden biri.
Hadi bizi “işbirlikçi” saydın!
Her cumartesi “sessiz çığlık”lar atan binlerce insan kafadan “düşman” zaten!
Yahu Cevdet Paşa dediğin 1800’lerde koydu bu ilkeyi; onu da mı dün duydun yani!
Temel fıkrasını geçtin...
Hey gidi Hüseyin Gülerce...
Belki bu yüzden “önemli değil”dir, “sözcü”sü varsayıldığın kesimde dahi önemsenmiyordur yazdıkların artık; ne dersin?
İnsan kılığına girmiş canavar
Esad’ın Cenevre’de “muhatap” alınmasına “İnsan kılığına girmiş bir canavarın “müzakereci” sıfatıyla o masaya oturtulması ahlaken taşınması mümkün olmayan bir utançtır” diye tepki gösterenler “açılım süreci”nde Öcalan’ın “müzakereci” olarak muhatap alınmasını koro halinde desteklediklerine göre, 40 bin insanın katlinden sorumlu olan caniyi “insan kılığına girmiş canavar” sınıfından saymıyor olmalılar.
PKK katliamları “canavarlık” değilse neydi peki?
Yüz kızartıcı meslek
Mustafa Alp Dağıstanlı’nın “5 Ne 1 Kim” kitabından:
“Bülent Arınç bir gün NTV’yi ziyaret ediyor, bir çalışanın masasında mizah dergisini eline alıyor ve hoşnutsuz bir şekilde bırakıyor. Arınç gittikten sonra ise kanalın sorumlularından Nermin Yurteri koşar adım mizah dergisi okuyan muhabirin yanına geliyor ve bir daha böyle şeyler istemediğini söylüyor...”
Baskının boyutlarını ortaya koyan bir başka örnek de Dağıstanlı’yla yapılan bir röportajdan:
“Bir keresinde TRT internet sitesine aynı gün konuşan Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin söylediklerini koyuyor. Başbakan’ın haberi 900 vuruş, Bahçeli’nin haberi 2200 vuruş olmuş diye bir pazar günü TRT aranarak “Nedir bu rezalet?” diye soruluyor ve kimin yaptığı tespit ediliyor.”
Henüz kitabın tamamını okumadım ama medyaya yansıyan bu bölümler bile yeter gazeteciyi “gazeteciyim” demeye utanır hale getirmeye!