Tefrika ve münafıklık
Dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağında tefrikanın, ihtilafın ve uyuşmazlıkların olduğundan kimse kuşku duymamalıdır. Farklı düşünen, inanan ya da iman eden insanların bu farklılıklarını fanatiklik ölçüsünde kutsallaştırınca çatışmalar, savaşlar ve katliamlar ortaya çıkmaktadır. Anlaşmanın, iknanın ve inandırmanın mümkün olmadığı anlaşılınca gruplar, kitleler ya da toplumlar birbirlerini yok etmenin, ortadan kaldırmanın yollarını aramaktadırlar. Habil ile Kabil de bunun ilk örneğini oluşturmaktadırlar.
İhtilaf, uyuşmazlık ve farklılıklar çoğu zaman bundan yarar uman odaklar tarafından azdırılır, kışkırtılır, tahrik edilir ve kotarılır. Birbirinin kardeşi olanların birbirinin kurdu haline gelmesi böyle başlar. Bazı kişiler ya da gruplar riyayı, mürailiği ve münafıklığı meslek edinmişlerdir. Gıdası riya ve münafıklık olan kişilerin şerrinden korunmak için akıllı olmak yetmez, tam anlamıyla basiretli de olmak gereklidir. Tarih, hasetliğin neden olduğu münafıklığın ve riyanın yok ettiği, mahvettiği barışlar ve arkadaşlıklarla doludur.
Müslümanlar günde beş vakit kıldıkları namazda okudukları “Felak suresi”nde “...haset edenin, haset ettiği zaman şerrinden” Allah’a sığınılması buyrulmaktadır.. Yine bir hadisde “haset, ateşin odunu yemesi gibi, iyilikleri yer” diye ifade edilmiştir. Nihayet bir başka hadis de “iman ile haset bir kulun içinde yerleşemez” demek suretiyle, bu iki tutumun aynı vicdanda bir arada bulunamazlığını vurguluyor. Bir kişi ya ‘hasud’ dur ya da iman sahibidir.
Hasetlik tefrikanın, bölücülüğün ve ayrımcılığın gıdasıdır. Tefrika ise bir milleti mahvedecek en büyük düşmandır. Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah bile bu konuda şu beyti yazmıştır:
“Milletimde ihtilaf-ü tefrika endişesi
Guşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni”
Tefrikayı, Yavuz gibi bir padişah bile, kabrinde rahatsız edecek kadar önemli görmektedir. Yine Kanuni, birliğin ve bütünlüğün önemini veciz ifadesiyle şöyle belirtmiştir: “Olmaya taht-ı saadet dünyada vahdet gibi.” Bu cihan padişahları dahi en büyük zaferlerini birlik ve beraberliğe verdikleri öneme borçluyken, yenilgilerini de yine tefrika ve ihtilaf yüzünden tatmışlardır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin: “Hoş geçinmek gereken yerde müradat yapmayanlar akıllı sayılmaz” demiştir. Allah (cc) Kuran’da “müminseniz Allah’tan korkun aranızı düzeltin” çünkü “... fitne katilden de beterdir” diye buyurmaktadır. Yine o yüce kitabımız diyor ki; “Fırka fırka olup dinlerini (milletini) parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allaha kalmıştır.” Allah tefrika yolunda gayret sarf edenlere de akıl, basiret ve iman nasip etsin.
Fani bir dünya, geçici zevkler, eskiyen güzellikler ve eninde sonunda yıkılan saltanatlar insanların adeta gözlerinin içine çivi gibi çakılmışken, iktidar peşinde koşanların birbirlerinin kanını, şerefini ve varlığını ayaklar altına alması anlaşılır gibi değildir.
Etrafını dalkavuk, şakşakçı, yağcı ve istismarcı kişilerle dolduranlar ihtimal ki tarihin derinliklerinden gelen kendi kültürlerinin tecrübelerini algılamakta güçlük çekmektedirler. Tarihin bütün büyük trajedi ve dramlarının mimarlarının, sureti haktan görünen münafıklar olduğunu anlayamayanların, tarihi yeterince ve doğru olarak okuduğu söylenemez. Tarihse kendisini yanlış yorumlayanları ya da okuyanları hiçbir zaman affetmemiştir.
Hak ve hakikate dayanan davaları savunduğunu iddia edenlerin, en büyük düşman olarak tefrika ve münafıklığı görmeleri ve her bulundukları yerde tefrikaya ve münafıklığa hayat hakkı tanımamaları gerekir. Şurası unutulmamalıdır ki, geçmişteki birçok içimizi sızlatan dramlar münafıkların eseridir. Türk ve İslam tarihi bunların acı örnekleri ile doludur. Ne demişti Akif: “Tefrika girmezse bir millete düşman giremez!”
Not: Bu yazı ihtiyaca binaen yazılmıştır.