Tarihin tele volesi...
Sinsice enjekte ettiler tele vole kültürünü milletimize. Spor ile başlayıp magazin ile devam eden tele vole ilk günler sevimli görünüyordu insanımıza. “Maraba Tele vole” diye ekranlarda gülümseyen topluma mal olmuş insanlar, sonucun bugünlere gelip böylesi vahim olacağını kestirebilselerdi, “Başlarım tele volenize” tepkisi sergilemezler miydi? Bu konuda derin analizler yerine hayatımızın her safhasına kılcal damarlarımıza kadar sirayet eden tele vole kültürünün tahribatını nasıl tedavi ederiz bilgiçliği de taslayamayacağım. Emperyalizmin gülen yüzüdür tele vole. Bir dönem hançerelerimizi yırtarcasına attığımız “Kahrolsun Emperyalizm” sloganının bir türlü kahredemediği kültür yozlaşmasının ta kendisidir aslında.
Ekranları spor ile işgal etmeye başlamıştı. Kadını, erkeği ile toplumumuzun vazgeçilmezleri arasına giren futboldaki tele voleyi tüm kesimler itirazsız kabullendi. Cılkını çıkardıkları için magazindeki tele voleye itiraz ettik. Biraz frene basar gibi yapmış olsalar da haber bültenlerinin en fazla seyirci çekenleri arasına girmesini engelleyemedik. Siyasete, sanata ve bilime el attığında ok yaydan çıkmıştı. Şu ya da bu şekilde gündemde kalma adına anlı, şanlı siyasilerimiz bile siyasi tele voleden nemalandıkları için sinsice yaklaşmakta olan tehlikenin farkına varamadılar. Turgut Özal’ın attığı bu kazık, dönemin aslan sosyal demokratlarınca da çıkarılmazdı. Onların da hoşuna gitmişti bu ucuz numara. Emeksiz, alın tersiz propaganda halktan kopuşlarının başlangıcı olsa da fildişi kulelerde keyif çatmanın, klimalı plazalardaki konforun cazibesine fena kapıldılar. Üstelik çamurlu yollar ter ve tütün kokan varoşlardaki kahvehaneler siyasetin zemini olmaktan çıkmıştı aslan sosyal demokratlara göre. Zahmetli yürüyüşler, yorucu mitingler yerine halkla diyalogu ekranlardan kurabilecekleri yanılgısına düştüler, düşüş o düşüş. Varoşları kaybetmekle kalmayıp, cumhuriyetin elitlerini de yitirdiler. Kuru laiklik söylemleriyle muhafazakâr kitleyi karşılarına aldıkları gibi ılımlı kesimi de kaybettiler.
Bilime de sirayet etti tele vole demiştik. Koca koca akademisyenler, üniversitelerin hocaları meramlarını anlatabilme adına karşısına oturduğu kameraların büyülü hülyasına kapılıp deprem felaketinden, tıptaki gelişmelere kadar birçok alanda tele vole rüzgârıyla savrulmaktan beis duymadı. Sanatın nüvesi olarak algılanan magazin, müzik, sinema, tiyatro, resim, edebiyat gibi hayat damarlarımızı tıkarken günün birinde by-pass ameliyatının, takılacak stendin bile kurtaramayacağını kriz ile sonuçlanıp ruhuna fatiha okunmasını da hesaplayamadı bazı sanatçılar. Cama yansıyan görüntülerin sade suya tirit misali uçup gideceğini, kalıcı olanın canım türküler gibi öz kültürümüz olduğunu anladıklarında tavşan yamacı geçmişti.
Bu topraklarda yaşayan insanlarımızın millet olabilmesini sağlayan bütün değerlere saldırdı tele vole. İstismara en açık olan dini inançlarımıza hücum ettiler. Giyim, kuşam farklılıklarını dile dolayıp örtünme metotlarında bile tele vole tarzı oluşturdular. İnsanımızın en fazla vakit geçirdiği televizyonun haberinden, reklâmına, belgeselinden, dizisine kadar genetik kodlarımızı çözebilmek için baldıran zehirlerini şurup diye içirdiler. Tahribat mutlaka bizi biz yapan tarihi geçmişimizi ortak ülkümüzü yok etmekle sürdürülebilirdi. En çok satan kitapların adı, “aldatmak” oldu. Başımıza geçirilen çuvalın intikamını sanal olarak beyaz perdede Kurtlar Vadisi ile gerçekleştirip gaz alma operasyonunu tamamladılar. Tarihteki tahribat aslında seksenli yıllarda padişah anaları, harem sultanları gibi beş para etmez kitaplarla su yüzüne çıkmıştı. İlk defa 1997’de “Tarihin tele volesi” başlıklı bir yazıyla perşembenin gelişini duyurmaya çalışmıştım. Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan Amerikan yapımı Dallas gibi televizyon dizileri yerine, yerli yapım yüzlercesi kültür erozyonu yarattı bu topraklarda. Kısacası yavaş yavaş zehirlendik. Tabuları yıkma adına başlatılan tartışmalarla sadece tabular yıkılmıyor. Değerler de alt üst oluyor.