Tarihi hesaplaşma
ASRIN DAVASI SİLİVRİ CEZAEVİNDE Mİ, BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’NDE Mİ GÖRÜLÜYOR?
Tarihi hesaplaşma
Ümraniye Davası’nın Silivri Cezaevi’ndeki duruşmaları sürüyor. Bu yargılama hukuk çerçevesinde yapılacak.
Ama bir de, gazete köşelerinde devam eden sanal bir dava var ki... İşte o davanın soruşturması ne 2007’deki gözaltılarla, ne 1990’ların başındaki ihbarlarla başladı... Bu dava ile, tam bir asırdır yazılan iddianame, öfkeyle dışavuruldu!
Nesilden nesile aktarılan ‘bitmeyen hesaplaşma’nın davası nerede, nasıl görülüyor, sanıkları, tanıkları kimler onu tartışalım bugün.
Resmi ideoloji Osmanlıcılık
Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan batılılışma hareketlerinin devamı olarak ilan edilen Tanzimat Fermanı ile “Osmanlıcılık” devletin resmi ideolojisi olmuştu. Bugün “Neo-Osmanlıcı” kimliği ile ortaya çıkan birçok sözde aydının “devletlerin ideolojisi olmaz” derken içine girdikleri çıkmaz bu.
Farklı milletlerin birarada yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa haritasını yeniden düzenleyen ‘milliyetçilik’ olaylarından etkilenmesi kaçınılmazdı. 19. yüzyılın ortalarında Osmanlığıcılığın milliyetçiliğe karşı ayakta kalma mücadelesinin nasıl trajik bir hal aldığını Ziya Gökalp şöyle aktarır:
“ Tanzimatçılar ona: ” Sen, yalnız Osmanlısın. Sakın, başka milletlere bakarak, sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin anda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olursun! demişlerdi. Zavallı Türk, “vatanımı kaybederim” korkusuyla “Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir topluluğa ait değilim” demek zorunda kalmıştı.”
Uyurgezerliğin panzehiri
“Eşek Türk” diye aşağılananların “Vallahi Türk değilim” çırpınışı yetmedi. Osmanlıcılık fikri milliyetçilik karşısında yenik düştü.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Gökalp’i ‘fikirlerimin babası’ diye anması çok şeyi ifade ediyordu. Türkçülük, işgal altındaki Osmanlı imparatorluğunda “bir ruh doktoru gibi bu uyurgezeri, Türk olduğuna, dilinin Türkçe ve ölçülerinin halk ölçüleri olduğuna inandırdı” Bu inançla başlatılan milli mücadele yeni bir ideoloji üzerinde ‘milli bir devlet’ inşa edilmesini sağladı.
Kin büyüttüler
Kendini ilimden soyutlayan “ulema” sınıfı ilk günden itibaren bu yapının dışında kalmayı tercih etti. Cumhuriyet’e tabi olmadı ama birkaç küçük 31 Mart denemesi sayılmazsa isyan da etmedi. Meclisi gördükçe, bayrağı, marşı, üniversiteleri gördükçe, hep yenilgisini hatırladı. ‘Kayıtdışı medreseler’de, tarikatlarda zifiri karanlığına kapandı.
Dışarıda ise değişen bir dünya vardı. Türkiye üç kıtaya hükmeden bir cihan devleti değildi belki, ama Misak-ı Milli beş kıtayı etkileyecek kararların kilit noktalarından çizilmişti. Bu derece uyanmış bir devlet, yeniden uyutulmaya mahkumdu.
İkinci Cumhuriyet sevdası
1990’ların başında bizzat ABD istihbarat servisleri ve onların uzantısı durumundaki düşünce kuruluşları yayınladıkları raporlarla yeni bir tercih yarattılar: Neo-Osmanlıcılık! Nam-ı diğer ikinci Cumhuriyetçiler doğdu.
Türk devletinin zirvesinde bile kabul gördü: Turgut Özal “federasyon”u gündeme getirmişti.
Özal öldü. Yıllar sonra besleyip-büyütülen II. Cumhuriyet kadrolarının da desteği ile yeni “osmanlıcılık-islamcılık” uyarlaması olan iktidar yaratıldı.
İkitdarı ’rövanş zamanı’ olarak algılayan yeni Osmanlıcılar, milliyetçiliğe karşı kaybettiklerini geri almanın peşine düştü.
İşte Ümraniye’nin mahkeme salonunun dışında devam eden psikolojik yargılamanın esası buydu.
Rövanş peşindeler
Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibiler “Tuncer Kılınç da Avrasyacılık açılımı yaptı” cümlesini bir suç isnadı gibi kurarken karşılarında Enver Paşa’nın üniformalı fotoğrafı duruyordu!
Beyazıt Meydanı’ndaki Kaymakam Kemal Bey anmalarına suçüstü muamelesi yapmaları boşa değildi. Çok anlamlı bir mekandı Beyazıt. Hemen gerisindeki Siyasal Bilgiler Fakültesi binası sindirmenin, meydan ise sinmeyenlere haddinin bildirilmesinin sembolüydü, oraya baktıklarında Nemrut Mustafa’nın kurdurduğu darağacını görerek, ağızları sulanıyordu.
İlber Ortaylı’nın II. Abdülhamit’i “dünyanın son padişahı” olarak tanımlamasını çok ciddiye almışlardı. Tarihi orada dondurdular, son padişah ile özdeşleştirdiler kendilerini, halkın arasına hafiyeler saldılar, artık her muhalif, mutlaka ihtilal peşinde koşan bir İttihat Terakki’ci olmalıydı.
Rejime küçük yoklamalar çektiler. Anayasayı Selanik’ten gelip ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu olarak algılıyorlardı, bertaraf edilmesi gerekti!
Rol dağılımı manidar
Beyazıt Meydanı gibi, ordu gibi, üniversite gibi sembolik cephelerden toplanmış sanıklar aslında hiç Ali, Veli, Hasan, Mehmet .... olmadı onlar için.
Yargılanan Enver Paşa’ydı, Talat Paşa’ydı, Cemal Paşa’ydı...
Birilerine ordudan atılan gönüllü asker Yakup Cemil rolü biçmekte hiç zorlanmadılar...
Ali Kemal çoktu.... Linç edilen hainin mirasçıları bu kadar çokken mutlaka bir yerlere saklanmış bir Hüseyin Cahit vardır dediler. 83 yaşında bir gazeteciyi köşesinden çekip aldılar.
Davanın Silivri Cezaevinde yapılacağını duyunca iyice heyecanlandılar. Büyük bir avlu içinde, geniş bir kompleks. İstanbul Üniversitesi kampüsü canlandı gözlerinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi binası, sonra geçmiş güzel istibdat günleri!
Sanıkların Bekirağa Bölüğü’ne gönderildiğini farz ettiler...
Nemrut Mustafa eksik
Herşey tarihin akışına uygun gelişiyordu işte! İşkencenin kod adı olan Bekirağa Bölüğünden çıkış olmazdı! Çıkan için iki yol vardı ya sürgün, ya darağacı...
Silivri de mahkeme devam ediyor. İddianame okunacak. Sonra söz savunmanın...
Ama köşekadılarının yargılamasında sona yaklaşıldı. Hükmü en başında vermişlerdi. Gereği düşünüldü... Devleti aliyeye isyan eden, padişahımız efendimize darbe girişiminde bulunanların idamına....
Neyse Allah’tan ortalıkta Kemal Bey çok da Nemrut Mustafa Paşa yok!
Mustafa Paşa olsa mıydı?
Bu ‘gözünün üstünde kaşın var’ davası değil, bu 100 yılın intikamını alma mücadelesi, devlet kurmanın rövanşı...
Onun için ben düşünmemeyi tercih ediyorum!
Yoksa itiraf edemedikleri “1 Numara” Atatürk mü?
***
Fatih Altaylı yine haklı çıktı
Fatih Altaylı, boykota karşı gazetecilik onuru(!)nu savunan Doğan Grubu yazarlarına Aydın Doğan’ın yemek üstüne tatlı niyetine söylediği sözleri hatırlatmıştı:
“Ben size karışmam ama..” “Yorum hür haber kutsal ve tarafsızdır” ama Gaziantep Belediyesi ile ilgili haberin yeterince sağlam değil... “Arkadaşlar sizden bir ricam var. Lütfen bugünlerde beni sıkıntıya sokacak haberler yapmayın”
İddiası, “Ertuğrul Özkök, uzlaşma için zemin arayışına girmiştir”di.
Nitekim haberin gelmesi çok sürmedi. Aydın Doğan meseleyi kapatmıştı. Bakın Altaylı o gün ne yazdı:
“ Size “Merak etmeyin yaptıkları kayıkçı kavgası. Siz bu konuyu hâlâ tartışırken onlar uzlaşır barışırlar” dememiş miydim!
Doğan Grubu ile Başbakan, ya da Aydın Doğan ile Başbakan arasındaki “mesele” kapandı bile.
Yavuz Donat, Aydın Doğan’la karşılaşmış ve sormuş, “Başbakan’la olan tartışma nereye kadar” diye. Aydın Doğan’ın yanıtı müthiş. “Ben o konuyu kapattım. Unuttum bile. Üzerinde durmuyorum.”
Üzerinde durulmayan ve kapatılan konu ne? Başbakan çıkmış Aydın Doğan’a en ağır hakaretleri etmiş. “Kaçakçı” demiş, “Utanmaz” demiş.
Yahu bu sözler unutulur mu, üzeri kapatılır mı?
Laflar orada duruyor.
Başbakan “ben bunları laf olsun diye söyledim” falan da demiyor.
Ama Aydın Doğan unutmuş.
Bu bir tıynet meselesi.”
Ülkü Güney’in oğlunun nikahı gibi, şaibesiz bir vesile bulmuşken çektirilen mutlu aile fotoğrafını görüp, üzerine de hanidir yayın politikalarında frekasları uyuşmayan Yenişafak ile Hürriyet’in pişti olan manşetlerine şahit olunca, insan ‘Altaylı Aydın Doğan uzmanı mı’ diye düşünmeden
edemiyor.
***
KADERİN CİLVESİ
AKP’yi Haşim Kılıç bitirdi
AKP’nin en sevdiği hukukçu kim?
Haşim Kılıç.
Anayasa Mahkemesi Başkanı.
AKP kapatma davasında tek başına direndi, “Kapatılmasın” dedi, sonra da çıktı, “Kapatılmamıştır” dedi.
AKP alkışladı.
Haşim Kılıç direnmeseydi, kapatılsın deseydi, kapatılsaydı, şu anda ekonomide ve Güneydoğu’da çıkan yangının “bir numaralı sorumlusu” kim olacaktı?
Laikler!
Şu anda ekonomide ve Güneydoğu’da çıkan yangının “bir numaralı sorumlusu”, AKP ne olacaktı?
Mazlum!
Fener’i Ramsey bitirdi.
AKP’yi Haşim Kılıç.
Kaderin böyle cilveleri oluyor.
* Yılmaz Özdil / Hürriyet