Tarih Tekerrür mü Ediyor? (1912-2012)
Yayınlanmamış bir romandan olağanüstü bir kesiti Mahmut Yıldırım’ın kaleminden paylaşıyorum.
Köpekler tarafından köşeye sıkıştırılmış bir kurt gördün mü hiç? Köpekler dört bir taraftan üzerine atılıp dişlerini, pençelerini kurdun orasına burasına geçirip, bir süre onu öyle hareketsiz tutarlar. Kurdun artık kaçması imkânsızdır. Yaralanmıştır çünkü. Öldürücü darbeler almıştır. Nefes almakta da zorlanıyordur. Kan her tarafından sızar. Ölüm onun için kaçınılmazdır artık. Ama köpekler hemen öldürmezler onu, sivri tırnaklı pençeleriyle olsun, keskin dişleriyle olsun öldürücü ol-mayan darbeler indirip, daha bir süre onun can çekişmekte olan kanlı gövdesiyle oynarlar. Kurdun ölüm kapanından çıkmak için yaptığı her hareket, her kurtuluş hamlesi onun daha büyük, daha öldürücü yaralar almasına ve sonunda da ölmesine yol açar.
Tıpkı öyle... Bütün dönemlerin o her zamanki efendileri de köpeklerin kurdu yakalamasında ve acele etmeden onu parçalamalarında olduğu gibi, hem düşmanını belirler, hem de onun ölmek üzere olan bedeniyle eğlenirler. Zira iktidar denen aygıt onlara göre böyle işler. Ve genellikle takıyye sahipleridir bunlar; iktidar yöntemleri sağ gösterip sol vurmaktır. İstismar edecekleri mutlaka bir şeyler bulur ve toplumu bu yolla kandırmak suretiyle iktidarlarını devam ettirirler. İşte şu anda karşısına dikildiğin düşman dışında bir düşmanın daha var ki, o da siyaset sırtlanlarıdır. Beni anlıyorsun değil mi? Anladığını umarım. Haydi, değiştir bu kafayı artık!
- Ah, binbaşım siz de beni anlamıyorsunuz. Ülkeye hizmetin tek ve biricik yolunun siyaset olduğunu söyleyip duruyorsunuz. Sanki toplumun yalnız siyasetçiye ihtiyacı varmış gibi... Ya da toplum yalnız siyasetçilerin omuzlarında yücelirmiş gibi... Oysa öyle mi? Ben bu fikre katılmıyorum.
Tamam, söylediklerinize kısmen de olsa katıldığımı belirtmek durumundayım. Ama bu gene de beni vatan için ölmek dışındaki başka uğraş alanlarına yöneltmeye yetmiyor. N’olursunuz binbaşım, bırakın da adsız sansız bir tuhaf adam olarak kalayım ben; bu kadar bir dürüstlük, bu kadar bir doğruluk ve henüz el değmemiş bir vicdan herhalde çok görülmemeli bir insana.
Ha, bir şey daha... Şu vicdan denen tuhaf, vazgeçilmez kavram -ya da her ne ise-, ben, buna daha farklı anlamlar yüklüyorum. Eğer yalnız kendi vicdanım söz konusu olsaydı bu kadar ketum biri olmaz, bu kadar titizlenmez, bu kadar tavizsiz olmakta pek heveskâr davranmazdım, fakat kendimin olduğu kadar, bir yerlerde hâlâ var olduğuna inandığım o saf, temiz ve anam, kız kardeşim kadar aziz bildiğim milletimin de vicdanı olduğuna inanıyorum ben. Bu bana çok daha büyük bir sorumluluk yüklüyor. Yok, yok, ondan tâviz veremem, verirsem her şeyimi, bütün varlığımı inkâr etmiş olurum. Her şeyden taviz versem de ondan tâviz veremem.
Doğru, bir ülkenin her şeye, herkese ihtiyacı vardır. Başta bilim adamlarına, sanatçıya, zanaatkâra, işçiye, köylüye, tüccara, esnafa, müteşebbise, hatta askere... Her sosyal bilime... Ama en çok da uğrunda ölmesini bilenlere ihtiyacı vardır.
Toplum binası sağlam temeller üzerine yükselir. Temeli de iyi bir harç ayakta tutar. Bu harcın katkı maddesi çürütülen dirseklerin deri döküntüleridir, alın teridir, mürekkeptir ve kandır. Deri döküntüleri ölü hücrelerdir; gözle görünmez, hafif olur, uçarlar. Mürekkep bir zaman sonra silinir, okunmaz hâle gelir ya da hokkada kurur. Alın teri ise buharlaşır, yok olur. Ama kan... Kan, ağır olur. Pıhtılaşır. Dibe çöker. Ta, temele kadar iner. Temeli ayakta tutar.
Biz ölmeyi, kanımızı bu vatan topraklarına akıtmayı seçtik. Vatan ile toprak parçasının, geniş, kozmopolit halk yığınlarıyla millet olmanın ve dolayısıyla milli düşünmekle, milli düşünmemenin arasındaki fark da buradadır.
Düşmanın pençeleri yırtıcı, dişleri sivridir diye dövünemem. Dövünürsem eğer inimden çıkamam. Çıkamayınca da orada zillet içinde ölmeyi kabul etmiş olurum.
Oysa ölüm şanlı olmalı, değil mi?
Tıpkı kurdun ölümüyle sırtlanın ölümü arasındaki fark gibi...
Vicdanı rahattır kurdun; onu yüzündeki huzurlu, sakin ve fakat mağrur gülümsemesinden anlarsın.