'Tampon bölge' Silivri'de
Gitmek bir şey değil de Silivri’nin dönüşü çok fena. Hiç unutmuyorum/unutamıyorum CHP’li İsa Gök partisinin tutuklu milletvekilleri Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ı ziyaretten döndüğü günlerden birinde “yüreğimin yarısını orada bıraktım” diye özetlemişti hissettiklerini.
***
Yargılanan TSK mensuplarının son sözlerini dinlemek üzere gittiğimiz Balyoz duruşmasına yemek arası verilince; Silivri’de kendi tabirleri ile “zulümhane” de tutulan meslektaşlarımızın yanında aldık soluğu. Ki kafiye olsun diye değil bütün gerçekliğiyle söylüyorum, hakikaten “soluk soluğa” bir yolculuktu. Çünkü Balyoz davasının görüldüğü salondan Ümraniye davasının görüldüğü salona “geçmek” hadisesi öyle bir kapıdan çıkıp diğerine girmek gibi bir şey değil Silivri’de.
Önce girişte teslim aldığınız kartı görevlilere verecek teslim ettiğiniz kimliği telefonu vs.yi geri alacaksınız. Sonra “ceza yerleşkesi” içinde tempolu halde 10-15 dakikalık bir yürüyüş yapacaksınız. Bu arada bir jandarma noktasından çıkıp ötekinden gireceksiniz. Salona geldiğinizde aynı devir-teslim işlemini burada yineleyeceksiniz. (Onlar da haklı... Nihayetinde siz ki; her an içinde barındırdığı yeni “terörist”ler “darbeci”ler deşifre olan “gazetecilik” mesleğindensiniz; bir de kırmızı halı ve belediye bandosu
ile mi karşılayacaklardı!)
Dönüp Balyoz duruşmasına yetişmemiz gerektiğinden koştura koştura girdik birleştirilen Ümraniye davalarının görüldüğü salona!
Gazeteci, asker, yayıncı, avukat, akademisyen, politikacı; beş benzemezleri, bildiğiniz “tıkıştırmışlar” buraya! Eyvay Eyvah 2’yi izleyenleriniz varsa; küçük balıkçı teknesine balık istifi doldurulan mültecilerin sahnesini getirin aklınıza! Aynı manzara.
Zaten küçük olan salonun yarısı “tampon bölge”ye ayrılı! Hani kurulsun mu kurulmasın mı, nasıl olsun, nerde olsun diye tartıştıkları “tampon bölge” var ya, ayakta uyuyun siz; çoktaaaaan faaliyete geçmiş; hem de burnunuzun dibinde, Silivri’de!
Karşımızdakiler “terörist” ya; böyle gözü dönmüş, cani, cellat, eli kanlı, azgın tiplerin(!) ne zaman ne yapacağı belli olmaz diye herhalde izleyici ve gazetecilerin bulunduğu alanla aralarına jandarmaya emanet geniiişçe bir tampon bölge kurmuşlar! Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Hikmet Çiçek, Yalçın Küçük, Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Doğu ve Mehmet Perinçek, Zekeriya Öztürk, Ufuk Yıldırım (Hepsiyle konuşmadık ama özellikle yazıyorum gördüğüm herkesin adını, çünkü o salona dair en önemli gözlemim unutulmuşluklarıydı!) bir tarafta, aileleri, yakınları, biz “dışarıdaki gazeteciler” bir tarafta!
“Ne kadar küçükmüşsün, ne kadar küçükmüşsün” demeseydi iyiydi ya; Tuncay Özkan’ın gözlerinin içi güldü meslektaşlarını görünce karşısında. En çok ihtiyaçları olan şey bu orada; birilerinin hatırında, umurunda olduklarını hissetmek. Doğum günüymüş birkaç gün önce, Müyesser Yıldız el işi bir çiçek fırlattı Özkan’a, Zeynep Altınok’un hediyesi olan güvercinlerin yanına iliştirdi yakasına.
Okullar açılıyor ya, çocuklarıyla yapacağı “görüş”te baba olarak yapacağı konuşmanın heyecanı vardı Balbay’da. Az sonra Kızılay’a yürüyüşe katılacak bir üniversiteli havasında yumruğunu sıktı ve “Dik durun” mesajı yolladı meslektaşlarına.
Salondaki kameralar kaydetti; yarın bir gün “gizli pazarlık” diye yayınlar filan nemelazım, buradan açıklayayım:
Hikmet Çiçek transfer teklif etti; yok yahu Silivri’ye değil Aydınlık’a! Cevap mı! Aşk olsun, hiç yakıştıramadım Yeniçağ okuruna. Soruyor musunuz bir de!
Tutukluluğu dört yılı çoktan aşan Avukat Kemal Kerinçsiz seslendi bir ara: “Magazinel tarafını öne çıkararak buradaki dramı saklıyorlar. Kişileri öne çıkararak burada asıl yargılananın ne olduğunu saklıyorlar. Rejim yargılanıyor burada; devletin kuruluş ilkeleri yargılanıyor.”
Bizim gibi Balyoz duruşmasını izleyen Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk’te CHP’li iki milletvekilinin de yargılandığı bu salona uğramış gün içinde. Ümraniye sanıklarının kaderlerine terk edilmişlikleri konusunda benimle aynı fikirde: “Hiçbir davanın, hele ki sonuçları bu kadar ağır olan davaların bu denli ciddiyetsiz, özensiz görülmesi hukuk düzeni açısından kabul edilemez. Bu salondaki insanların “itilmiş-kakılmış” hali ile davanın önemi asla bağdaşmıyor. Bu yargılama gözden kaçırılıyor”
***
Dönerken daha iyi anladım İsa Gök’ün yazının başında hatırlattığım sözlerinin tam olarak neye karşılık geldiğini. Meslektaşlarımızı, mesleğiniz dolayısıyla çeşitli vesilelerle tanıdığımız insanları bir meçhule bırakırken, garip bir şekilde suçlu hissettim kendimi...
Bu da mı hicivdi
Önceki gün Hürriyet’teki köşesinin başlığında AK Parti değil de AKP kullandığı için yazısına “Sayın Başbakanım kusura bakmayın başlığın tek satır olması için AKP yazdım” diye başlayan Taha Akyol eleştiriler üzerine yaptığının “hiciv” olduğunu ileri süren bir açıklama yayınladı. Sayın Akyol, birkaç ay önce ahaber kanalında Başbakan’a nasıl yaranacağını şaşırmış gibi göründüğünüz programda “Efendim Baykal görüşmenizi kameraya aldıracak ağzınızdan bir şey çıktığında bunu cımbızlayıp seçip piyasada kullanacaktı” derken de “hiciv” mi yapıyordunuz?
Velev ki ajan
geldi uçurdu...
Kim olur kestiremiyordum ama Afyonkarahisar’daki olaydan sonra adım kadar emindim birinin bu satırları yazacağından; şapkadan Hüseyin Gülerce çıktı: “Şüpheler koyulaştı. Terörün ardındaki ülkelerin istihbarat örgütlerini, Suriye’yi, ajanlarıyla içimize elini atan İran’ı hatırlattı...”
Aynı olay bundan beş yıl önce olsaydı, “Ordu kendini askerini katletti” yazacaklardı; yazmadılar mı!
Hoş “İlker Başbuğ’un ruhu geldi; cephaneliği ateşe verdi sonra da Kocatepe sırtlarındaki Atatürk anıtının gölgesine gizlendi” de diyebilirlerdi; TSK mensupları hakkındaki iddianamenin “fantastik” kurgusuna uygun düşerdi. Velakin “demokratik ortağımız”ın öncelikleri değişti: Ayakbağı olabilecek Türk subayları “etkisiz hale getirildiğine(!)” göre “balyoz”u İran ve Suriye’ye yöneltme vakti geldi!
Anlamadığım, velev ki bu yazılanlar psikolojik savaşın değil de “kuvvetli şüphe” lerin eseri; velev ki her dem işgal, çatışma ve savaşa komşu olan, terör bataklığına saplanmış bir ülkenin en büyük cephaneliklerinden birinin patlatılabilmesi bu iki ülkenin işi... Daha mı iyi? Olay Gülerce’nin “şüphelendiği” gibi geliştiyse bile, karşımızdaki en alt rütbeden en tepeye, başkomutana kadar emir-komuta zincirine dahil olanların topunun misliyle ihmalkâr, misliyle tedbirsiz, misliyle sorumsuz davranmış olduğunun resmi değil mi?
Genelkurmay Başkanı Özel haklı;
Sonuçta “her şey ortada” değil mi;
Askerlerimiz göz göre göre şehit verildi!
Hürriyet muhabiri Toygun Atilla hatırlattı: Bu ülkede, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olimpiyat madalyası alırsa “Türkiyeli”, “insan taciri” olursa “Türk” yazan gazeteler var!
Nasıl operasyon ama!
Selcan Taşçı
BASINDAN SEÇMELER
Olayın ne olduğu anlaşılmadan “kaza” açıklaması yapanlara şok soru
Nereden biliyorsunuz
palavracılar, orada mıydınız!
Olayın üzerinden bir saat bile geçmeden Afyon Valisi açıklama yaptı:
“Sabotaj ihtimali yok, sadece bir kaza...”
Afyon Belediye Başkanı ondan eksik kalır mı:
“Kaza canım... Allah’ın takdiri...”
Sonra onları Afyonkarahisar milletvekilleri...
Siyasi parti temsilcileri...
Kentin ileri gelenleri...
Akademisyenler...
Emekli askerler izledi...
***
Nereden biliyorsunuz palavracılar, orada mıydınız patlamalar olurken?
Hayatınızda kaç cephanelik patlattınız?
Kaç el bombası gördünüz?
Hepsini bırakın; bir askeri mühimmat deposuna kaç kez girdiniz?
İçeride neyin nerede olduğunu, her birinden kaçar tane bulunduğunu nasıl bu kadar ayrıntılarıyla sıralayabiliyorsunuz?
Gizli servis elemanı mısınız yoksa?
Birileri elinize cephaneliğin krokisini mi verdi ki; bu kadar tereddütsüz konuşuyorsunuz?
***
Cehenneme dönen o depoda 25 babayiğit öldü; boşboğaz beyler!
Allah hepinize insaf ve izan nasip eylesin...
Çok merak ediyorum; acaba patlayıcılar konusundaki uzmanlığınız nereden geliyor?
Yoksa çocukluğunuzdaki “maytap” lı “adam kovalayan” lı bayram kutlamalarında mı edindiniz bu tecrübeyi?
Sertifikanızı hangi “bakkal amca” dan aldınız?
Fransa’da 2008’de düzenlenen bir askeri gösteride yanlışlıkla gerçek mermiler kullanıldı.
Sonuçta 17 kişi yaralandı.
Dikkat edin, ölen olmadı!
Ve... Tek bir Allah’ın kulu televizyonlara çıkıp da, “Kazadır, kaza... Allah’ın işi, işte” demedi!
Çünkü Fransa Genelkurmay Başkanı Bruno Cuche, olayın hemen ardından, “Suçlu benim. Çünkü bu hata, en üst rütbeli komutanı olduğum Fransız Ordusu tarafından yapılmıştır” dedi ve istifa etti...
Bizde istifa etmek enayilik olarak görüldüğü için, herkes konuşuyor...
“Kazadır canım, kaza...”
***
Sahi; Genelkurmay Başkanı Özel, dün akşamüstü Cumhurbaşkanı’nı ziyaret etti...
Acaba milyonda bir ihtimal bile olsa; istifayı düşündüğünü ima etmiş olabilir mi?
Mustafa Mutlu / Vatan
...Uygar ülkelerde onurlu bürokratlar yapılan hatanın bedelini ödemek, zarar görenlerin acılarını hafifletmek için istifa kurumunu kullanıyor. Bizde ise koltuğa yapışan dünyayı ateşe verse oradan kımıldamıyor. Böylece diğer bürokratları da sorumsuzluğa ve suça teşvik etmiş oluyor.
Melih Aşık / Milliyet
Bize bir ordu gerekli!
Güçlü ordu:
Vatan sevgisiyle olur.
Güçlü ordu:
Özveriyle (fedakarlık) olur.
Güçlü ordu:
Vergiyle olur.
Yüksek vergiler ödeyerek, oğullarını askere “vatan sağ olsun” sevgisiyle davulla, zurnayla göndererek güçlü ordu besleyen halk, seçip iktidara getirdiklerine “orduyu yönetmek” yetkisini de verir.
***
Tayyip Erdoğan iktidarı, 10 yıl önce seçimle başa geldi. 10 yılın nerdeyse 8 yılını; sanki “orduyla küs olmak, kavgalı olmak, ayrı bakış açısına sahip olmak üzerine” kurarak geçirdi. Ordu devleti temsil ediyor, iktidar da milleti temsil ediyormuş gibi bir hava yarattı ve “devlet-millet çatışması vardır” diye dayanağı olmayan analizlerle “askerin kendisini mağdur ettiği iddiasına sığınarak” siyasi söylem geliştirdi, propagandasını yürüttü.
(...)
10 yıl önce terör sıfırdı.
Bunu bu ordu başarmıştı.
10 yıl sonra “cephaneliğini bile koruyamaz hale” getirildi.
Bize bir ordu gerekli.
Necati Doğru / Sözcü
“Patlamayla ilgili açıklamayı neden Milli Savunma Bakanı değil de Su ve Orman Bakanı yaptı” sorusuna en gerçekçi cevap Yılmaz Özdil’den geldi:
“Bizde insan hayatı su’dan ucuz... Sanırım o nedenle su işleri bakanı açıkladı!”
İran tuzağı
1980’lerin sonlarına doğru; Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığım dönemde, bir haber geldi önüme: ‘Saddam’ın kıyamet topu yakalandı’diyordu. Top iki parça halinde imal edilmişmiş de son parçası Habur’dan Irak’a sokulurken ele geçirilmiş imiş... Bir de fotoğraf: Uzun bir boru...
Bu top Bağdat’tan bir mermi atsa ta Marmara bölgesine kadar ulaşıyormuş. Kısacası Türkiye büyük bir tehlike ile karşı karşıya imiş...
İşte böyle haberlerle Türkiye’de Saddam korkusu yaratılmaya başlandı. Buna ‘Irak’ta kimyasal silah var. Komşu ülkeler hatta ABD bile tehdit altında!’ propagandası eklendi. Peşinden de Saddam’a; ‘Kuveyt’i ele geçirirsen ABD bunu görmezden gelecek!’ mesajı verildi. Sonrasını biliyorsunuz? Amerika Irak’a girdi; bu ülke parçalandı; Saddam Hüseyin da asıldı.
Şimdi Amerika; İran ile çatışacak ya... Bizim kamuoyunu İran düşmanı yapmak için çeşitli haberler uydurulup basın aracılığı ile milletin kafasına çekiçle vurur gibi vuruyorlar.
Bunun adına siyasi propagandada dezenformasyon, yani bilgi kirliliği yaratmak denilir.
İşte İranlı ajanlar yakalandı haberi de bu tür dezenformasyonlardan birisidir.
Rıza Zelyut / Güneş
Altanlardan Yeni Akit’e suç duyurusu
Taraf, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Sanem Altan, “Altan ailesi PKK’ya hizmet ediyor” başlıklı haberle ilgili olarak Yeni Akit ve Orhan Miroğlu hakkında “iftira”, “hakaret”, “suç işlemeye teşvik”, “halkı kin ve düşmanlığa alenen teşvik”, “özel hayatın gizliliğini ihlal” ve “kişilerin huzurunu ve sükûnunu bozma”dan Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu.