Sürmesinden mayın geçen "Suriye!.."

Çocukluğumun Urfa'sında; GAP henüz Harran ovalarını sulamadığı için bir kilometre uzaklıktan, bir yumurtanın bile görünebildiği dümdüz topraklarda tarım yapılamıyordu!..

Fırat kuraklıktan bihaber şekilde, Harran'dan 60 kilometre uzaklıkta boşu boşuna akıyordu...

Hani Urfa'nın yanı başından akarken, Dicle Nehri ile birleşip "Şattülarap" adıyla Basra Körfezi'ne dökülen ve uğruna türküler yakılan "zalim Fırat" var ya, işte o muhteşem su kaynağı...

Fırat uzaktı ya, kuraklık yaşamı teslim aldığı için dünyanın en verimli toprakları ne yazık ki yüzyıllardır olduğu gibi çöl iklimine teslim edilmişti...

Köylüler sarnıçlardaki kurtlu suları içiyor, bebek ölümleri dünya ortalamasının üzerine çıkıyor, bir kova su için kan davaları başlatılıyordu!..

Aslında bu kadar verimli toprağın olduğu bir yerde yoksulluk ve çaresizlik olur muydu?.. Ne yazık ki oluyordu; işsizlik, sefalet ve umutsuzluk teslim almıştı Harran ve çevresini...

Çünkü "gölgenin ebediyen izne çıktığı" Mezopotamya'nın kalbinde ot bile can bulamıyordu!..

1980 öncesine kadar binlerce yurttaş, kendi topraklarını sulayamadıkları için "ırgat" olarak sulu tarım yapılan Çukurova'ya gitmek zorunda kalıyordu...

"İnsan eksen filiz verir" diye tanımlanan Suriye sınırındaki Harran topraklarından kamyonlara binen on binlerce yurttaş, ekmek uğruna Adana'daki pamuk tarlalarına dağılıyordu!..

***

sinir.jpg

Mezatta demlenen çay!..

Peki ya toprağı olmayanlar?.. Ya Çukurova'ya gidemeyenler?..

Onların yapabileceği tek iş vardı; sınır "kaçakçı"lığı!.. Hem de mayınlı topraklarda, göğüslerini jandarma kurşununa siper ederek, canları pahasına kaçakçılık...

Aklınıza sakın ola kötü bir şey gelmesin; "kaçakçılık" dediysek, şimdilerde olduğu gibi uluslararası silah kaçakçılığı, uyuşturucu ya da insan kaçakçılığı değildi bu...

Urfalılar, Suriye'ye götürdükleri büyükbaş hayvanları satar, dönüşte çay, kahve ve giysi getirerek mezatta pazarlar, geçimlerini sağlarlardı...

O zamanlar kaçakçılık aslında yaygın olsa da çok masumdu!..

Oyuncak da getiren kaçakçılar, mallarını Batı kentlerine sevk eder; kadınlar için getirilen naylon çorap, makyaj malzemesi, kına ve "sürme" gibi malzemeler bölgede yoğun ilgi görürdü...

O zamanlar üzerinde birkaç kilo kaçak çay yakalanan bir Urfalı 7-8 ay cezaevinde yatardı!.. Hayvan kaçakçılığında yakalananlar ise "toplu kaçakçılık"tan cezaevine düşer, çok ağır cezalara çarptırılırdı...

Bizim gibi Urfa'nın Kötüler Mahallesi'nde oturan yüzlerce çocuk da, Suriye'den, mayınlı araziler aşılarak getirilen çay ve kahveden elde edilen paralarla büyüdükleri için, jandarma ve mayın korkusuna çok küçükken alışmışlardı...

***

Tel örgüden süzülen "isim"ler!..

Okurlar bilir ki bu satırların yazarı da o çileleri çektiği için ve mayın korkusuna bulaşmış ekmekle büyüdüğü için çocukluğundan bu yana yalnızca "kaçak çay" içerdi...

Arkadaşları bu yüzden onun, "Mayın kokusu sinmeyen çayı içmem arkadaş" sözüne çok gülerlerdi!..

O zamanların Suriye'si, şimdilerde olduğu gibi baş "düşman"ımız da değildi!..

Devlet bu yakın komşumuzun; Urfa, Antep, Mardin ve Kilis gibi bölgelerde on binlerce insanın geçim kaynağı olduğunu bilir, kaçakçılık karşısında bazen çaresiz kalırdı ama "hudut" güvenliği de korunmaya çalışılırdı...

Sınır boyundaki kentlerde, bacaklarını yitirmiş yüzlerce yurttaş yaşardı ki bunların neredeyse tamamı mayın kurbanıydı... O gariplerin hepsi "kaçakçı hamalı" olarak çalışırken, Suriye sınırında, ekmek peşindeyken sakat kalmışlardı...

Suriye, o yıllarda insana "kaçak" da olsa ekmek verirdi ama sakat bıraktıklarının yanı sıra, "isim"lerine damga vurduğu insanlarla da bir paradoksu dışa vururdu!..

Hiç unutmam; Urfa'nın Kötüler Mahallesi'nde, kızlarına "Suriye" ismini veren kaçakçı hamalları vardı!..

İnsanın; ekmeğin mayından süzüldüğü topraklarda, can korkusuyla dünyaya getirdiği çocuklarına "Suriye" adını vermesi nasıl bir çelişkiydi acaba?..

urfa-001.jpg

***

Çelişkiye düşen masumiyet!..

"Urfa", "sınır" ve "kaçakçılık" demişken Suriye artık medyaya ekmek, mayın, jandarma haberleriyle değil, savaş, yıkım, acı ve göç çığlıklarıyla haber oluyor...

Bir dönem çaresiz kaçakçıların bir kilo çay uğruna hapse düştüğü ya da mayınlarla havaya uçtuğu Urfa şimdilerde Suriye'den farksız!..

600 binden fazla Suriyeli dolaşıyor artık Urfa sokaklarında...

Arapça tabelalar taşıyan yüzlerce iş yeri, kendi kültürleriyle sokaklarda salına salına gezen Halepliler ve "savaş" yüzünden vatanlarından uzakta doğan bebekler ağlıyor Urfa evlerinde...

Kentin sosyo-kültürel değişimlerine ve yaşanan asayiş vakalarına bakınca; sınırdan çay, kahve ve sürme geçirilen 1970'lerin Urfa'sının, o dönemde çok çaresiz bir masumiyet yaşadığını bir kez daha anlıyorum...

Mayınların kaçakçıları durdurduğu bir sınırın şu günlerde yolgeçen hanına dönmesi ve delik deşik olması; 40 yıl öncesinde, ekmek uğruna yapılan küçük kaçakçılık faaliyetlerinden çok daha vahim değil mi?..

Acaba yıllar önce kızlarına "Suriye" adını veren kaçakçı hamalları yaşıyor mu ve onlar Urfa'dan Suriye'ye baktıklarında ağlıyorlar mı?..

Ne yazık ki hayır... Urfa sokaklarında artık kaçakçı babalarının "Suriye" adını verdiği Urfalı kızlar değil, savaştan kaçarak kente sığınan Halepli kadınlar dolaşıyor...

"Ekmek-sınır-mayın" üçgeninden, "savaş-korku-göç" sarmalına düşen ne yaman bir çelişkidir bu?..

Yazarın Diğer Yazıları