Suriye'den sonra Libya'da da kaybediyoruz
Türkiye'nin dış politikadaki açmazları sürüyor. Bunun temel nedenlerinden biri de iktidarın iç politika odaklı bir dış politika yürütüyor olması.
Çok fazla olaya var. Ama güncel bir konudan örnek verelim. İktidar partisi içindeki bölünme ve içinden çıkmakta olan yeni partilerin ABD ile yaşanan krizlerle doğrudan ilintili olduğunu söylersek abartı etmiş olmayız.
Erdoğan yönetimi, AKP içinden çıkacağı söylenen partilerin ABD'nin teşviki ve yönlendirmesiyle geliştiğini düşünüyor ve buna bir dış politika konusuyla karşılık vermeye çalışıyor. Aslında başka gerekçelerle başlatılan S400 alımı projesinin 2019 yılı içinde bu süreçte ABD'ye karşı kullanılan bir manivelaya da dönüştüğünü görebiliriz.
Ne zaman AKP'den doğacak bu yavru partilerin kuruluşu gündeme gelse, bir hızlanma gözükse, tek sebep bu olmasa da, özellikle S400 konusunda Türkiye'nin adımlarını sıklaştırdığını, projeyi tamamlamak üzere Rusya ile askeri ilişkilerini geliştirdiğini gösteren gelişmeleri gördük. İsteyenler geçmiş dönemdeki haberlerden bunun böyle olduğunu inceleyebilirler.
Benzer durumu yani iç politika odaklı dış politikayı, eğer varsa öyle bir politika, Suriye bağlamında da görüyoruz. Suriye kuzeyinde bugün bir nevi özerk yapıya dönüşmüş PKK terör yapılanmasına karşı yıllar önce yapılması gereken operasyonların zamanlamasında dikkate alan kriterlerin başında iç politikadaki gelişmelerin olduğunu söyleyebiliriz.
Suriye sorununda yapılan bir diğer hata ise Türkiye'deki iktidarın siyasi görüşlerine yakın bir anlayışın Suriye'de iktidar olması için adeta savaşa müdahil olmaktır. Bu Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana olan Türk dış politikasına ters olduğu gibi Türkiye'nin çıkarlarına da terstir.
Suriye'de Esad yönetimini devirme hedefli, İhvan merkezli dar bir gözlükten bakarak kurgulanan bu hatalı politikanın Türkiye'ye bedeli Ortadoğu'dan dışlanmak, bölgede güvenirliğini yitirmek, dostlarını kaybedip düşmanlarını artırmak olarak karşımıza çıktı. PKK'nın kolu YPG'nin terör örgütü olarak kabul ettirilemediği gibi özerk bir alanı kontrol eden siyasi bir aktöre olarak uluslar arası alanda kabul edilmesi belki de bu bedelin en ağır kalemlerinden biri.
Şimdi benzer bir bedeli Libya'da mı ödeyeceğiz sorusu önümüzde duruyor.
"Nereden çıktı bu Libya, bak Libya'nın uluslararası alanda yasal hükümeti olarak tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile deniz sınırını belirleyen bir mutabakat bile imzaladık, her şey yolunda" diyebilirsiniz. Ama gerçekler hiç de göründüğü gibi değil.
Artık karakışa döndüğünü herkesin kabul ettiği Arap Baharının başlangıcında en büyük tahribatı verdiği sonra bir süre düşük seviyeli çatışmaların yaşandığı Libya'da, Arap Baharı yeniden karakış olarak hortladı dersek abartmış olmayız. Nisan-Mayıs döneminde yoğunlaşıp sonra sönümlenen iç savaş son günlerde yeniden alevlendi. Fiilen üçe bölünmüş Libya'da yaklaşık yüzde 80'ini kontrol eden General Hafter yönetimindeki güçler Türkiye'nin anlaşma yaptığı UMH yönetimi kontrolündeki Trablus'ı ele geçirmek üzere bir adım daha yaklaştı.
UMH, BM'de ve uluslararası alanda resmen tanınan yönetim. Bu tanınırlık da BM Libya anlaşmasına göre aslında tartışmalı. Soru işaretleri çok. Ama Türkiye'nin UMH yanında olması UMH'nin BM nezdinde tanınıyor gibi olmasından ziyade İhvancı anlayışa sahip olmasından kaynaklanıyor. Aynen Suriye'de, Esad yönetimini devirmek için İhvan anlayışına sahip grupların desteklenmesi gibi.
Ama Rusya ve Fransa'nın fiilen sahada, Trump yönetiminin de siyaseten yanında olduğu Hafter'in Libya iç savaşını kazanma ve gelecekte Libya'da söz sahibi olma olasılığı giderek artmaktadır. Son günlerde Hafter güçlerinin Trablus'ta UMH yönetimine karşı büyük bir hava saldırısına hazırlık yaptığı bilgileri geliyor.
Bu durum tabi ki Türkiye'nin UMH ile yaptığı son anlaşmanın akıbetini de şüpheli hale getiriyor. Deniz sınırı anlaşmasının yanında yapılan ancak henüz içeriği açıklanmayan askeri işbirliği anlaşmasının Türkiye'nin Libya'daki çatışmalarda UMH yönetimine askeri destek vermek ve fiilen Türkiye'yi savaşın tarafı yapacağı iddiaları Arap ve Batı basınında sıkça dillendiriliyor.
Suriye denkleminde Esad'ı yok sayarak sonuç almaya çalışan Türkiye, benzer hatayı Libya'da mı yapıyor? Suriye'de ilk başlarda Esad'ı devirmek üzere kurulan şimdilerde Türkiye'nin Suriye kuzeyindeki terörle mücadele operasyonlarında TSK ile birlikte kullanılan ÖSO grupları üzerinden çatışmaların tarafı olan Türkiye aynı hatayı Libya'da mı yapıyor?
Türkiye, Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanlarının paylaşımında o kadar haklı ki. Deniz hukuku temelinden olan kıta sahanlığı prensibi bile Türkiye'yi doğal hak sahibi yapıyor ve deniz hukuku perspektifinden Türkiye'nin elinin en kuvvetli olduğu alan.
Evet son anlaşma önemli ve olumlu bir adım. Ama Libya'da başka bir iktidar da olsa Türkiye'nin bugün sahip olduğu ve Dışişlerince açıklanan haritadakinden farklı olmayacak. Deniz hukukundan başka bir sonuç çıkmaz. Buna rağmen neden bu anlaşma sanki büyük bir dış politika başarısıymış gibi sunuluyor? İç politikada bir soluklanma ihtiyacı için olabilir mi?
Neden Suriye'den ders almıyoruz? Neden Libya'da da, Suriye'deki gibi dar bir pencereden politika geliştirildi ve elimiz kolumuz bağlandı?