Sizi bu ülkeye sayıyla mı verdiler?

Erdoğan’ın Peres’e çatmasını diplomatik bulmuyorlar ama herhangi bir ABD veya AB yetkilisi Türkiye’yi paylasın diye can atıyorlar

Atilla Olgaç, deyin ki rolüne kaptırdı, deyin ki yapamadığı askerliğin ukdesiyle, deyin ki sanatçının hayalperest dürtüleriyle “Rum gencin alnının ortasına sıktım” dedi.
Bu cümlelerdeki “m” önemli. ‘Ben yaptım’ demek bilerek/ bilmeyerek, o eylemin bedelini ödemeye aday olmak demek... Tabi koskoca devleti de peşinde sürükleyerek, gölge düşürerek, leke sürerek... Ve lakin baş ağrıtarak...
Ama ya Erdoğan’ın Peres’e “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” demesinden sonra ortaya çıkan “sanki sizin ülkeniz hiç bilmez” modellerine ne demeli...
Bunlarda alabildiğine kendi paçasını kurtarma, alabildiğine Türkiye’yi işaret edip “basın gırtlağına da görsün dünyanın kaç bucak olduğunu” edası var...
Bu satırlar Mehmet Altan’dan:
“Hrant’ın cesedi Şişli’de yatarken... Rahip Santoro’dan, Malatya katliamına... İtirafçı Aygan’ın Taraf’ta Neşe Düzel’e sıraladığı ölüm kuyularına... ’Öldürmeyi’ hiç de fena bilmediğimizin kanlı bir şekilde ortaya çıktığı bu dönemde, başkalarını suçlarken kendi ülkemizdeki ’ölümlerin’de hesabını sormamız gerektiğini anlamamız gerekiyor herhalde. ”
Ve aşağıda yazılanlar da Ahmet Altan’dan:
“Gazze’de “insanların zulüm görmesine” karşı çıkan Erdoğan’a, “sizin ülkenizde öldürülen Kürtler hakkında ne düşünüyorsunuz” diye sorarlar. Erdoğan, JİTEM’in öldürdüğü Kürtler hakkında ne yaptı?
Dahası, bu cinayetlerin en önemli sorumlularından biri olduğu açıklanan albaya “madalya” verilmesini niye talep ediyor ve madalya verdiriyor?”
İki kardeş kafa kafaya verip, ‘Erdoğan’ın Peres’e söylediklerini destekleyenler, müstemleke valilerinin Türkiye’yi yönetenleri hizaya getirmesini de desteklemek zorunda’ sonucuna varmış..
Demek ki Altan kardeşlere göre, İsrail’in Filistin’i işkence odası olarak kullanması, katliam yapması uluslararası hukuk ihlali değil, bir iç mesele!.. O zaman Türkiye’nin toprağında ne ekip biçeceği bile nasıl uluslararası sorun olabiliyor?..

++++++

İhaneti de bilirler...
Davos’tan sonra ortaya çıkan bir yanılsama da “Osmanlı’nın torunu” olmanın sonucu olduğuydu. Buna öre “Arap dünyasının takdirleri de gururumuzu fena halde okşuyordu.”
Oysa “sınırlarına tecavüz edilen her Türk evladının sergileyebileceği” bu tavrın arkasında duranlar, “Yemen’de ölen Türkler’in sayısını tarihin bilmediğini, öğrenmekten de korktuğunu’” da hiç unutmamış olmalılar. Bugün bir kere daha, orada ölen bebekler, çocuklar, kadınlar, masum insanlar adına vicdanların isyan ediyor olması, o toprakların neden “alabildiğine uzanan büyük Türk mezarlığı” na dönüştüğü gerçeğini değiştirmez. Bir bakmışsınız “Siz ihaneti iyi bilirsiniz” cümlesinin kurulacağı gün de gelmiş...

++++++

Moderatör müsveddesi
Eline koluna sahip çık
Başbakan Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in ve moderatör denilen Ermeni kökenli Amerikalı gazetecinin araya dalışlarını defalarca izledim...
Önce açık oturumu yöneten moderatör müsveddesine söyleyeceklerim var:
Gördün ki, Gazze saldırısı sinirleri gerdi... Erdoğan da, Peres de bir açık oturumdan ziyade karşılıklı bir polemiğe giden hamlelere soyunmakta... Sana moderatör dediysek, Gazze problemini çöz demedik...
Biri İsrail’in Cumhurbaşkanı, öteki Türkiye’nin Başbakanı...
Onlar çocuk değiller...
Çocuk gibi davranırlarsa da kendileri bilirler...
Peres, Bay Tayyip Erdoğan’a dönerek “siz bu işleri bilmiyorsunuz” demeye getiriyor...
Bir oturumda konuşmacılardan biri diğerine “siz bu işleri bilmiyorsunuz” dediği anda, doğal cevap hakkı doğar öteki konuşmacıya...
Üstelik “bilgisizlik ya da cehaletle suçlanan, sokağın karşısındaki bakkal değil, bir ülkenin Başbakanı...”
Tayyip Erdoğan’ın, İsrail Başbakanı’na cevap verme hakkı sonuna kadar var ve bunu engellemek isteyen moderatör müsveddesi, yangına körükle gitmekte...
Arkadaş konuşmayı bitirmelisiniz “akşam yemeğine yetişeceğiz” diye veciz bir ifade kullanıyor...
Böyle bir tartışmada akşam yemeği saatini hatırlatmak için, silme kazma olmak gerek...
Gazze’de insanlar ölüyor, BM Genel Sekreteri, Arap Ligi Başkanı, İsrail Cumhurbaşkanı, Türk Başbakanı orada, biri diğerinin sözüne doğal cevap hakkını kullanmakta, sen susturmaya çalışmaktasın...
Rezalet bir durum, provokatif bir tutum, taraflı bir yönetim...
“Yeni tartışma açmayalım” diyor, moderatör müsveddesi...
Tartışma nasıl açılmasın... Taraflardan biri diğerini bilgisizlikle suçluyor...
Tartışma açılmış zaten...
Senin yapacağın iki tarafa da 2’şer dakikalık son söz söyleme hakkı vermen, o çok sevdiğin yemeğe 10 dakika geç gitmen...
Bitmedi...
Akşam yemeğinin saati konusunda bu kadar sharp’san (dakik demek oluyor beyefendinin snop İngilizcesi’nde), koskoca liderlerin katıldığı bir açık oturumda elini koluna sahip olacaksın...
Nedir o öyle?..
İlkokul öğrencisini susturur gibi, Başbakan’ı kolundan çekiştirmeler...
Susturmaya girişmeler...
Eline koluna sahip ol...
Böyle moderatör olunmaz...
Yazık seni Cambridge’lerde, Harvard’larda, King’s College’larda okutanlara... Yazık sana Washington Post’ta yazdıranlara...
Yok mu sizin o, öğretmen tavırlarınız... Dünyayı yönetme havanız...
Washington gazetecisi olarak dünyaya yön veren edanız...
Yeter bu ukala havanız...
* Reha Muhtar / Vatan


++++++

GÜNÜN SÖZÜ
Lozan’da, İsmet İnönü, Lord Curzon’un hiçbir dediğine “evet” demiyordu. Bu tavır karşısında Lord Curzon, “Şu anda istediklerimizi alamadık. Ama onları cebimize koyduk. Bir gün paraya ihtiyacınız olacak. O zaman bunları bizim torunlarımız sizin torunlarınızın önüne koyacak” diyor. Başbakanımız, IMF durmadan önümüze yeni bir şey koyuyor diye öfkeleniyor. Oysa biraz tarihe meraklı olsaydı, önüne konulanların Lord Curzon’un istedikleri olduğunu anlardı.
* Engin Balım


++++++

AİHM’ye biz gitmeliydik
Sene 1963.
Aralık’ın 24’ü...
Noel arifesi...
Lefkoşe.
Kumsal Mahallesi.
No 2.
Tek katlı, bahçeli bir ev.
Saat 22 suları.
Hava ayaz.
Boğuk, tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden, trok trok trok... Kalleş, basıyor
Mürüvvet Hanım, lambaları söndürüyor hemen... Hakan kucağında...Uyuyor. 10 aylık... Dalıyor çocukların odasına, öbür koluna Kutsi’yi alıyor, 4 yaşında... “Kalk Murat” diyor bi yandan... Gözlerini ovuştura ovuştura kalkıyor Murat, henüz 6 yaşında, ucundan tutuyor anasının geceliğinin... Dışardan hüzün abajuru gibi sızan sokak lambasının cılız ışığında, hayalet misali, banyoya süzülüp, kapıyı örtüyor, “küvete” girip, koyun koyuna, sarılıyorlar. Korkunç bekleyiş başlıyor...
Bir dakika.
İki dakika.
Üç dakika.
Saniyeler, asırlar gibi adeta...
Önce şangırtı duyuyorlar.
Pencere.
Sonra salondaki ayak seslerini.
Vahşi haykırışları...
Ve, tekmeyle açılıyor banyo kapısı...
Üç Rum.
Tarıyorlar.
33 el.
Evet, merhum gazeteci Sami Coşar tarafından çekilen ve hafızalarımıza mıh gibi çakılan “o fotoğraf” ın öyküsü bu...
Kanlı Noel.
Alnından vurmuşlardı Mürüvvet’i.
Yedi yerinden daha...
Murat’tan üç kurşun çıktı.
Kutsi’den iki.
Evin direği, baba, tabip binbaşı, evde değildi o sırada... 103 Türk köyü basılmıştı, son üç günde, yaralılar vardı...
Gönyeli’ye gitmişti. Göreve.
Bir babanın başına gelebilecek en büyük felaketi yaşayan bu tabip binbaşı, evlatlarının cenazesini bizzat kendi elleriyle yıkadı... Minik bedenleri santim santim yokladı, Hakan’da kurşun izi bulamadı... 10 aylık bebecik, vücudunu yavrularına siper etmeye çalışan anacığının altında kalmış, nefessizlikten can vermişti çünkü.
E bakıyoruz... Rumlar, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.
Niye biliyor musunuz?
Palavracı tiyatrocu, dangalaklık etti diye değil... Biz, bunca yıldır dangalaklık edip, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmediğimiz için
* Yılmaz Özdil / Hürriyet


++++++

MİNİ YORUM
41 kere aaaahhh ah!

Hayal meyal, bulanık siluetlerle hatırladığım Belene, Mücahitler, Pazar Konseri, 00.00’da duymaya alıştığım İstiklal Marşı ve göndere bakan asker, Cenk Koray, Barış Manço, Ümit Tokcan, Tanju Okan, İzmir Marşı ve Mehter Marşı’yla tanıştığım ’Evet-Hayır’, ’Türkçe sözlü hafif müzik’, Ersen ve Dadaşlar... Üslup... TRT geçmişimiz. Biziz. Dilimin ve ufkumun ilkokulu... 41. kuruluş yıldönümü özel yayınının her dakikasını izledim. Konuşanlar ’di’li geçmiş zaman kullandı. Demek hayatımızı TRT ile kesiştiren değerleri artık sadece anabiliyoruz. Oysa ne çok isterdik onlarla yaşamayı, yaşlanmayı... Ne çok isterdik ’hey gidi günler hey’yerine ’Maşallah’diyebilmeyi...

Yazarın Diğer Yazıları