Size bir yalancı, dese ki..
Herkesin “yalancı” olduğunda hemfikir olduğu biri gelse, “Bu gece evine hırsız girecek!” ihbarında bulunsa, siz, “Yahu bu zâten yalancının biridir!” der, hiçbir tedbir almaz mısınız?
Alırsınız, hem de, “Yahu ne olur ne olmaz, belki bu sefer doğru söylüyordur!” der, kapınız ahşapsa çelik kapıya çevirir, en azından akşam yatarken kilitleri kontrol eder, işe giderken de pencereleri, balkon kapılarını kapatır, bütün kilitleri kilitler, komşulara da, “Aman, göz kulak olun!” diye ricalarda bulunursunuz.
Diyelim ki o gün ve o hafta evinize hırsız girmedi ve yalancının yalancılığı defalarca tasdik olundu. Ama şuna eminiz ki o yalancı size aylarca telefonla aynı yalanını tekrarlasa siz belki biraz rehavete kapılırsınız amma asla kapıyı pencereyi kontrol etmeden yatağa girmez ve beyninizde hep bir, “Ne olur ne olmaz!” kurdunun gezindiğini hissedersiniz. Bu yalan çoluk çocuğunuzun hayatıyla ilgili ise aynı tedirginliği duyar, fazlasıyla tembihkâr olur, onların can ve nâmus güvenliği için elinizden gelen âzamî gayreti kuşanırsınız.
Zâten işin doğrusu da budur..
Peki, evi ve evlâd-ı riyali için bir yalancının defalarca tekrarlanmış yalanından korkarak çok ciddi tedbirler alan biz insanlar, Gerçek Tarih gibi sürekli doğruları konuşan bir ilmin, Türkiye için devamlı tekrarladığı hayatî tehlikelere niye inanmazlık ediyor, hatta bu yetmiyor, yalancılığı defalarca tescil edilmiş Batı’nın, “Ye, şifadır!” diye önümüze koyduğu zehirlere nasıl oluyor da dört elle saldırıyoruz!
Hakikate bu kadar sırt çevirip fitne, düşman ve hainin söylediği her yalana bu kadar rağbet ede ede varacağımız nokta neresidir? “Çalışalım, Türk’e ait daha çok fabrika, daha çok tezgâh olsun, sanayimiz, ordumuz millileşsin! Bunun böyle olması gerektiğini Osmanlı’nın yıkılışı söylüyor, Milli Mücadele söylüyor!” diye çırpınanlara kimse inanmıyor ve fakat, “Satın, ne varsa satın, sermayenin yerlisi yabancısı olmaz, döviz girsin de varsın ‘sıcak para’ olarak girsin!” yalanına siyasetçiler, üniversiteler, bürokratlar ve iktidarlar inanıyor, yetmiyor, buna milleti de inandırma gibi bir gaflet ve ihanet almış başını gidiyor.
Türkiye İhracatçılar Meclisi bir araştırma yapmış bakınız ne diyor:
“- Türkiye kısa vadeli faiz oranlarında 2005 yılında yüzde 13.50 ile dünyada üçüncü sırada iken 2007 yılında yüzde 16.75’lik faiz oranı ile ilk sıraya yükseldi!”
Peki bu ne demek?
İhracatçılar bunun da cevabını veriyor:
“- Bu 62 milyar dış ticaret açığı demek. Bu, yabancı yatırımcının beş yılda kârını beşe katladığı demek, bu, doların faiz bazında yıllık ortalama gelirinin yüzde 60 olması demek!”
Ve bu, Türkiye’nin her yedi günde bir borç faizi olarak, dikkat edin, ana para değil, alınan borcun faizi olarak bir milyar doları ellerin kesesine koyması demek. Ve bu bütün milli müesseselerinin yabancıların eline geçmesi demek.
Yalana itibar ve gerçeğe sırt dönüş ABD ve AB ile ilişkilerde de almış başını gidiyor. “Demokrasi” ve “İnsan hakları” diye diye Türkiye’yi Lozan’dan alıp Sevr’in önüne koydular herkes hâlâ “Batı” diyor, “AB” diyor, “ABD” diyor, başka bir şey demiyor. Oysa Türkiye’de olan demokrasi ve insan haklarının onda biri onlarda yok ve Türkiye’de devletin ekonomideki payı onların aklına uya uya yüzde 13’lere doğru düşerken Türkiye’ye bu aklı veren Batı’da bu oran ortalama 30’larda.
“Yok canım, senin dediğin gibi olamaz, insan yalancıya bu kadar inanmaz ve gerçeğe de asla bu kadar sırt çevirmez!” diyenleriniz için, “Bu olur, oluyor da!” der ve şu örneği gösteririz:
Hz. Muhammed(s.a..v)’e Mekke’deki en şedit düşmanları bile ‘Yalancı’ dememiş, diyememiş, ona ‘Muhammed’ül emin’ demeyi ‘Ben peygamberim’ dedikten sonra da sürdürmüşlerdir. Sizler ve bizler de Hz. Muhammed’in getirdiği her şeyin doğru olduğuna inanıyoruz, öyle değil mi?
Cevabınız “Evet” olacaktır.
O zaman kendimize bir bakalım ve lütfen şu soruyu birlikte cevaplayalım:
“- Gün 24 saat yaşadığımız hayat ‘Hz. Muhammed’i doğrular’ bir hayat mı, yoksa ‘Yalanlar’ bir hayat mı?”
Her halimizle Hz. Muhammed’in doğrularını inkâr eden ama Haçlı ve Siyonistlerin yalanlarını kabullenip özümsemiş bir hayat sürmediğimizi iddia edebilir miyiz? Özetle, yönetenlerin yaptığı da yönetilenlerin yaptığının aynısı.