Siz de ‘Hayır’la yad edin...
Deniz Som, zayıf düşen bedenine, dindirilemez hale gelen acılarına rağmen, referandumla legalleştirilmek istenen bölücü projenin ifşasını ‘son görev’ saydı ve ‘Hayır demeye gidiyorum’ cümlesiyle veda etti Türkiye’ye
Yazıişlerinin sabah toplantısında cep telefonlarının, her biri farklı tondaki mesaj zili aynı anda çalınca, “Ya herkes aynı bankayla çalışıyor ya da biri öldü” dedi Genel Yayın Yönetmenimiz...
Öyle ya son dönemde “hep birlikte” hatırlandığımız anlar ya bankaların yahut GSM operatörlerinin “kampanya” dönemleri, ya da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “vefat” bildirim zamanları...
Nitekim -kimdi dikkat edemedim-, “Deniz Som” dedi biri...
Masada oturan hemen herkesten aynı tepki;
“Ayyyyy!..”
Sanki biri bir yanımızı kanırtmışçasına;
“Ayyyy!..”
Bir sızı, can yanması refleksi;
“Ayyyy!..”
***
Belki aramızda ortak yaşanmış anları, anıları olanlar vardı; oturup iki çift lafın belini kırmışlardı... Belki bir söz, belki gülüş, belki de kavga kalmıştı Som’dan onlara hatıra... Öyle ya “kavga” adamıydı biraz da... Beni mesela, onun okuru yapan “mücadelesi”nden başka birşey değildi aslında... Pes etmeden, durup, dinlenmeden, karşısındakilerin tehditlerine yahut yanıbaşındakilerin kalp kırıklıklarına aldırış etmeden attığı “tokatların” izini sürmekti “Vaziyet”i çekici kılan.
Demem o ki, benim “Ayyyy!..” figanımın altında satırlar vardı sadece; sayfalar dolusu hem de...
Bir de...
4 Ağustos 2010 Çarşamba günü Cumhuriyet’in 15. sayfasında “Vaziyet”i bildiren şu minik not:
“Deniz Som rahatsızlığı nedeniyle yazılarına bir süre ara vermiştir.”
Bir de...
9 Eylül 2010 Perşembe günkü, o ne kadar “doktorlar süre vermedi” dese de “vadesinin dolduğunu bildirir gibi” yazdığı “veda”sı...
Bir de...
7 Ekim 2010 Perşembe günkü “Deniz Som yoğun bakımda” haberi gazetesinde yayımlanan:
“Böbrek ve akciğer fonksiyonlarındaki sorunlar nedeniyle hastaneye yatırılan yazarımız Deniz Som’un tedavisi yoğun bakım servisinde sürüyor. Deniz Som’un durumuna ilişkin bilgi veren doktorları akciğerdeki tümörü ortadan kaldırmaya çalıştıklarını belirterek ”Şu anda solunum cihazına bağlı ve uyutuluyor“ dedi.”
***
Her dem, herkes uyanık olsun, uyumasın, uyutulamasın diye gerçeği en acıtan, kıran, döken yüzüyle gözümüze sokan o adam, o günden düne “uyutuldu”.
Sonrasını biliyorsunuz işte; sabah toplantı masasına düşen o mesaj:
“Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi, sürekli basın kartı sahibi, 57 yaşındaki gazeteci, yazar Deniz Som bu sabah vefat etti.”
Sonra masalarımıza döndüğümüzden andan itibaren bilgisayarlarımızın ekranına düşen ayrıntıları ölümün;
“Bir süredir akciğer kanseri tedavisi görüyordu...
Başkent Üniversitesi İstanbul Hastanesi yoğun bakım servisinde solunum cihazına bağlı olarak uyutuluyordu..
Bu sabah saat 06:50’de hayatını kaybettiği açıklandı...”
Biri çıkıp da, “Yeri Gelmişken’in medya ayağında” keşke olsaydı “dediğin kim var?” diye soracak olsa; “eksik kalan yanı”nı tamamlama fırsatım olsa...
“Deniz Som” derdim mutlaka.
Bunun için, aslında biraz da kızgınım ona.
O da olacaktı çünkü o kalemden kaleler arasında... Konuşmuştuk; “biraz kilo aldığında...”, “fotoğraf çektirmek için hazır hissettiğinde” buluşacaktık...
“Yeniçağ’a konuk olmak ister misiniz?” diye sorduğumda “Onur duyarım demişti...”
İkiletmeden, belli ki vücudundaki acıyı sesindeki umutla dindirmeye çalışarak; öyle içten, öyle içime dokunan bir tondu ki; hep tanımak istedim sahibini. Hep bekledim “biraz kilo alacağı aydınlık günleri”...
İçini kemiren bunca kurtla paylaşırken gücünü kuvvetini, mümkün olmadı demek ki...
Doktorlar Deniz Som’u hastane odasına çağırırken, o bu toplumu 12 Eylül’de sandığa “Hayır”a çağırarak ayrıldı aramızdan... Son cümlesine kadar; son yazısının son noktasına kadar kopmadı “Cumhuriyet” için savaşmaktan... “Son yazı”sı, “son görev”di sanki yerine getirilmesi gereken; ve yerine getirdi. Bunun için -son üç hafta uyutulmuş da olsa, -benim gözümde “ayakta” kalarak çıkıyor sahadan Som, “dimdik” selamlıyor “tribünleri”...
***
İlhan Selçuk’un ardından kaleme aldığı yazıya “Türkiye’nin aydınlık insanlarının başı sağ olsun. Karanlıktan beslenenler ve İlhan Selçuk’un ölmesi için ellerinden geleni yapanlar da uygun yerlerine kına yaksın, zil takıp oynasın!” diye başlamıştı.
Som’un ölüm haberini de “zil takıp oynayarak” kutlayanlar olacaktır muhakkak...
Onlara, Som’un Selçuk’un ardından yazdığı satırlardaki “kahraman”ın adını değiştirerek seslenmek isterim.
“(...) Onlar, Deniz Som’un öldüğünü sanıyorlar ama yanılıyorlar. Som, Atatürk’ün Cumhuriyeti var oldukça yaşamaya devam edecek. Onlar mı? Bir süre sonra onların en meşhuru bile tarihin çöplüğüne gömülecek!”
***
Ve şimdi, o en gönülsüz daveti yapmanın vakti:
Deniz Som için bugün saat 11.30’da Cumhuriyet Gazetesi’nde bir tören düzenlenecek. Cenazesi öğle namazını takiben Şişli camiisinden kaldırılacak olan Som, Nakkaştepe’de defnedilecek...
+++
‘Benim kanserim benim zarlarım’
2009 yılının Mayıs sonunda tanışmıştım sol akciğerimin sağ üstüne yerleşen kanser hücresiyle. Doktorlar
“küçük hücreli” dediği için biraz da küçümsedim, “mikrop ise ben daha büyük mikrobum” demiştim.
Bilimin ışığında önce kemoterapi,
sonra radyoterapi gördüm.
İlaçla ve ışınla tedavi
kürleri bittiğinde bir de
genel kontrolden geçtim.
Mikrobu yenmişim.
Sizlerden izin isterken
mikrobu ringe serdiğimi fakat tek yumrukta nakavt yapamadığımı
yazdım. Sırada ikinci raunda hazırlanmak olduğunu söyledim.
Fakat ikinci raunt, herkesin tahminlerinin ötesinde çok ağır geçti.
Bunları ilk kez yazıyorum.
25 kilo verdim.
Ringden düşeceğim, maçı bırakacağım anlar oldu ama 12 seans kemoterapiyi, 30 seans radyoterapiyi, maçtan ihraç edilmeden bitirdim.
Bunun sonucuna da “iyi” dediler
fakat son üç aydır göğsümde süregelen ağrıya çare bulunamadı. Son tahlilde akciğerin dış zarı ile kaburganın dış zarı arasında sıvı birikebileceğini düşündüler ve buldular.
Gördüm; su gibi, kahverengi.
Maceranın bundan sonraki bölümüne katılabilmek için izninizi istiyorum.
Kısa bir izin. Süreyi doktorlar
da bilmiyor.
Önce “hayır” oyumu kullanayım,
gerisi kolay!
* Deniz Som (9 Eylül 2010) / Cumhuriyet
+++
Oğlu Can’ın mektubu: Dualarınızı esirgemeyin
Deniz Som’un büyük oğlu Can Som, üç gün önce, Vatan gazetesinde Reha Muhtar’ın köşesinde yayımlanan mektubunda “kendimi bildim bileli içime dert olan birkaç noktayı açıklamak isterim” diyerek, babasıyla ilgili “doğru sanılan yanlışları” düzeltmiş ve sevenlerinden “dualarını esirgememelerini” istemişti:
“Deniz Som, Cumhuriyet gazetesine biçilen görev çerçevesince biçimlenen ve 40 yıla yaklaşan yazı-yazın yaşamında, üzerine düşeni gözünü kırpmadan; yarınını düşünmeden; doğru bildiğinden şaşmadan ve en önemlisi Kurtuluş Savaşı gazisi babasından aldığı öğüdü -Tevfik Fikret’in ”Kıran da olsa kırıl düş, fakat eğilme sakın“ dizesini- yerine getirerek kimi zaman kan damlayan kalemini satmadan; dönüp şaşırmadan; eğilip bükülmeden gerçekleştirebilmiştir.
Deniz Som hastane odasında yatarken, bir psikolog doktor hanımefendinin hastanın iç dünyasını anlayabilmek için yönelttiği ”Ölümden korkuyor musunuz“ sorusuna:
”Hayır, geldiğimiz-bildiğimiz yere döneceğiz. Burada da yanlış yaptığımı düşünmüyorum“ diyebilecek kadar doğru ahlaka sahip bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, Cumhuriyet gazetesi yazarıdır.
Allah’ın dosdoğru yolunun üzerine oturup da ”Allah“ ile aldatanlara inat diline ”haram“ sözcüğünü değdirmeden, boğazından ve boğazlarından haram lokma geçirmemiştir.
***
Deniz Som’un eşi ’harika’dır ancak kocasıyla Moda Parkı’nda ”şarap partileri“ düzenlemişliği yoktur. Salacak’ta, elindeki torbada bira şişeleri taşıdığı için fişlenen bir yurttaşın durumuna dikkat çekebilmek için göbek göbek bağlı bulunduğu Üsküdar’da elindeki şarap ile eylem yapmış ve Nesimi’ye selam göndermiştir...
Deniz Som’un zamanında oğullarına, ”size temiz bir soyadı ve babamdan devraldığım bir kütüphane bırakıyorum“ demesi boşuna değildir.
Uyutulmadan önce, ekrandaki gelişmelere ve titreyen ellerine bakarak, ”iki satır da olsa keşke Cumhuriyetçilere destek olabilseydim“ demesi bizler için vasiyetinin en güzel bir kanıtıdır.
Öyle ki, neredeyse 15 yıldır kışları kırk yılda bir ”içen“ ve yalnızca yazları canından çok sevdiği ”Alanyası“nda çok sevdiği dostları ile meşk eden Deniz Som’un bu biçimde anımsanarak, duaların esirgenmemesinin daha sağlıklı olacağı düşüncesindeyim.
”Vaziyet“in vasiyeti, büyük vasinin dilinin döndüğünce böyledir.”
+++
Deniz Som kimdir
Şubat 1953’te İstanbul’da doğdu. Gazeteciliğe 1973’te Cumhuriyet’te başladı. Kısa sürelerde Söz, Hürriyet ve Güneş gazeteleri ile Nokta dergisinde çalıştıktan sonra 1993’te Cumhuriyet’e döndü. 1994’ten beri Vaziyet köşesinde güncel yazılar yazıyor ve 2000’den beri Herhangi Bir Yerde baslığı ile haftalık röportajlar yapıyordu. Televizyon ve radyo programlari hazırlayıp sundu. Rönesans’ta Neredeydin?, Sarı Zaman, Yok Devenin Başı, Yedi Tepe İstanbul, Tepe Tepe İstanbul, Dere Tepe Anadolu gibi birçok kitabı bulunuyor.
+++
Banu Güven ‘artı’ Sarıkamış’ta çöplüğe inen bozayılar
Başlığın hakkı, “Banu artı Çin işkencesi...” Ama bu “ekran zulmü”ne dikkat çekmeme vesile olan “bozayılar”a kıyamadım...
NTV’de “Artı” programıyla ekrana gelen eski haber spikeri Banu Güven cevabını aradığım “soru işareti”nin de adı aynı zamanda: Acaba beyni ile ağzı arasındaki emir-komuta zincirinde bir kopukluk mu var yoksa toplumu (en azından toplumun NTV izleyen kesimini) “algıda özürlü” mü sanıyor?
Verdiği uzun esler dolayısıyla, konuşurkenden ziyade düşünürken görüyoruz ekranda kendisini. İki kelime arasında yahut cümlenin olmadık yerinde öyle bir duraksıyor ki “tamam” diyoruz kesin yeni bir Arşimed yahut Newton doğuyor! Ama her seferinde “düşük” yaptırıyor umutlarımıza...
KuzeyDoğa Derneği Başkanı Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu’nu konuk ettiği “Artı” bence “ekran zulmü”nde kullanılan “işkence aleti” olarak “Basın Müzesi” nde sergilenmeli... Sarıkamış’ta çöplüğe inen bozayıların halinin masaya yatırıldığı programda soru soruyor Güven: “1 (Bu arada anlamayan olur diye işaret parmağıyla 1 yapmayı da ihmal etmiyor) ayıyı gördük çöplükte... Milli parkın dışında insanların yaşadığı alanın kenarında (Kıssanız televizyonun sesini, beden diline bakıp ölümsüzlüğün formülünü bulduğunu filan sanabilrisiniz...)...”
Bu cümleden sonra neden olduğunu idrakta zorlandığımız bir sessizlik; kilitlendik ekrana “ne diyecek” diye bekliyoruz. Tavana bakıyor; tık yok, gözlerini kırpıştırıyor; tık yok, soruyu soracak gibi yapıp derin bir nefesten başka bir şey sızdırmıyor ağzından; tık yok... Bir de alttan “nabız” fonu gelse tam olacak gerilim sahnesi... Dıt dıt... Dıt dıt...
Biz tam “uzaylılar Türkiye’yi işgal etti ve bu hanım kız haberi nasıl vereceğini bilemediği için böyle ıkınıp sıkınıyor” diye düşünmeye başlamışken nihayet konuşuyor:
- Gözlemlediğiniz ayı sayısı nedir!
- Bir düzineden fazla...
Nokta. Bir de siz izleyin, bir de sizin yorumunuzu alayım diyeceğim ama insan hakları kuruluşları hakkımda dava açar maçar diye korkuyorum...
+++
ABD’nin nöbetçi eczanesi
ABD Türkiye’yi “nöbetçi eczane gibi görüyor” demek pek de yanlış olmaz. Ne zaman sıkışsa ilacını Türkiye topraklarında arıyor. Kore Savaşı, Sovyetler Birliği’ne karşı nükleer füzeler, İncirlik üssü, U2 casus uçakları, Irak’a karşı birinci ve ikinci Körfez Savaşları, Çevik Güç, AVAKS filosu, Afganistan toprakları...
Şimdi de “füze kalkanı...”
(...) Zaten Türkiye’de ABD’den “TAC-3” füze savarlar alarak “milli füze kalkanı” oluşturmak çabasında. Fakat bir türlü sonuç alınamadığı yolunda kanılar yaygın.
ABD’nin tavrı şöyle özetlenebilir: “Füze kalkanı istemiyor muydun? İşte sana füze kalkanı. Hem de istediğinden daha gelişmiş teknoloji üstelik -milli- olursa, Rusya’nın ve komşularının tepkilerine karşı yalnızsın. Oysa üyesi olduğun NATO projesidir. Arkanda tüm NATO üyesi ülkeler var.” Türkiye böylece dar alana itiliyor.
* Güneri Cıvaoğlu / Milliyet
+++
MİNİ YORUM
Bencil olma burcu
Nesli tükenen bir türe mensup hissediyorum bazen. Hayıflanıyorum; geç kaldık galiba! Yine de kodlanmış bir misyonumuz olmalı! Galiba benimki ölümlerle pekişenlerden. Her giden bir burç oluyor fikrimin vatanına. Som burcunda, köşesinin sabit alıntısı yazılı: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sosyalist değildim. Sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”