Sırrı sarkık açılımı itiraf etti
Ne oluyor bu kadınlara anlayamıyorum.
Büluğ çağında “Twilight” izleyip pilli bebek gibi hep birden “Edward” diye çığıran kızları andırıyorlar.
Hadi bu çocukların “beğeni”lerini tek tipleştiren şey “kitle iletişim araçları”, yani dolaylı yoldan kapitalizm...
Peki bu koca koca kadınları, tercihlerini yaparken “ille de bölücü olsun” diye koşullandıran gücün adını ne koyacağız?
Emperyalizm mi?
Amberin Zaman’ın Kandil gezisinden bahsetmiştik geçen günlerde, dün de Neşe Düzel BDP’li Nuri Yaman’la, Nagehan Alçı ise BDP’li Sırrı Sakık’la biraraya geldi.
Yazdıklarını zorla da olsa okudum ama iş anlamlandırmaya gelince, yalan yok; yetersiz kaldı havsalam...
Sırrı Sakık röportajı mesela; giydirmediği kişi, kurum kalmamış. “Biz Şemdin Sakık’a hep dik dur dedik, seni dağa götüren nedenleri unutma dedik” derken basbayağı teröre meşruiyet kazandırıyor...
Ama sunumu şöyle; “Her daim şık bir kere. Zor günler geçiriyordu, belliydi ama yine de her zamaki özenli görüntüsünü koruyordu. ”Milano milletvekili“ yakıştırmasını hak ediyorsunuz” dedim, “Biliyor musunuz, hep özenliyimdir. Evde tek başıma da olsam, şık giyinirim” diye cevap verdi...“
Bırakın yakıştırmayı, doğma büyüme Milanolu olsa ne yazar, Moda Haftası analizi için mi oturttun adamı karşına?
Diyorum ya ”büluğ çağı sendromu“...
Bu adamın üç gün önce ”Şerefsizler“ diye polisi hedef gösterdiği yerde üç gün sonra iki polisin şehit olmasını, ”aksiyon-macera“ filmi sanıyor herhalde bu arkadaşlar...
Karşılarındaki de olayların değil de filmin aktörü ”Mister Milanolu!“
Röportajın bir yerinde, ”Saldırı sonrasında genel olarak tek vücut bir tepki kanadı oluştu ama o kanadı Yılmaz Özdil bozdu“ diye başlayan, ağzına layık soru dizisi şu noktaya getiriyor Sakık’ı: ”Yılmaz Özdil’i tanıyoruz, biliyoruz. Birçok yazısını hiç okumam. Baştan ne için yazdığını biliyorum. Bekir’i de(Coşkun) okumam. Bunların derdi barışa, huzura kavuşmak değil. Dertleri kendileri, köşeleri. Artık onlar için deniz bitti. “
Hani hep diyorlar ya ”normalleşme“ diye, ”normal“ şartlarda, bu laflardan sonra, asıl Sakık için denizin bitmesi gerekirdi...
Gazetecinin bu cümleleri ”demokratik açılım sarktı“ diye kapak yapması gerekirdi ”Kandil bülbülleri“ne. Bu birkaç cümlenin yetmesi gerekirdi, ”açılım“ denen şeyin sırrının aslında ne kadar sarkık, ne kadar omurgasız, ne kadar kaygan olduğunu idrak için.
Önyargı mı dedin; al sana alası... İnkar politikası, toptan ret mi; ağababası... Yargısız infaz mı; kralı burada... Olsun varsın, yine de demokratların şahıdır Mister Milanolu!
Ama bir de sen dene istersen... Şöyle okkalı bir demeç patlat: ”Sırrı Sakık’ı tanıyoruz. Onun derdi anaların ağlamaması filan değil, provokasyon, ben onu hiç dinlemem... “
Diyalog karşıtı olarak damgalanmazsan gel kafamı kır... Al işte, fırından yeni çıkmış tazecik ”yakılacak adam“ Yılmaz Özdil örneği karşında. Dönüp ”Yumruk“ yazısını yeniden okuyun derim ben; belki bu sefer anlarsınız neymiş şu Milano çizgilerini taşıyan ”mayınlı demokrasi“...
Yargılama kinle yapılıyor
Silivri’de izlediği duruşmayı 12 Eylül askeri mahkemeleriyle karşılaştıran Tufan Türenç yazdı: 40 yıl sonra, sanığın tutuksuz yargılanma hakkına, darbe günlerindeki kadar bile saygı gösterilmediğine tanık oldum
12 Eylül darbesinin aydınların tepesine balyoz gibi indiği günler...
Selimiye Kışlası’nda Sıkıyönetim Mahkemeleri devam ediyordu.
Ben o dönemde Milliyet’te çalışıyordum ve sıkıyönetim davalarını izliyordum.
Bir gün Türkiye Komünist Partisi Davası’nın duruşmasında gazeteci arkadaşımız Tanju Cılızoğlu savunmasını yapıyordu.
Tanju savunmasına henüz yeni başlamıştı ki, savunmanın sayfalarca olduğunu gören mahkeme başkanı askeri yargıç araya girdi: “Sayın Cılızoğlu, isterseniz savunmanızı okumayıp yazılı olarak verin. Zaman kazanalım çünkü sanık arkadaşlarınız tahliyelerini bekliyorlar.”
Askeri yargıç müdahale etmeseydi ve savunmaların okunarak yargılamanın uzamasına engel olmasaydı, sanıklar tahliye için uzun bir süre daha cezaevinde kalacaklardı.
Hukuk devleti yaralı
Bu olayı, Silivri Cezaevi’ndeki özel mahkemeleri izlerken ve oradaki sanıkların adalet bulamamaktan yakınmalarını dinlerken anımsadım.
Cumhuriyetçi aydınları içeri tıkan anlayışın özel yetkili mahkemelerinin, 12 Eylül askeri mahkemeleri kadar bile sanığın tutuksuz yargılanma hakkına saygı gösterilmediğine 40 yıl sonra tanık oldum.
Mehmet Haberal, Fatih Hilmioğlu, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, aydınlar, askerler, terör örgütü üyesi ya da yöneticisi yaftaları yapıştırılarak siyasi olarak içerde tutuluyorlar.
Bu özel mahkemeler, çağdaş hukuka aykırı olarak tutuklamayı kural haline getirerek cezaya dönüştürüyorlar.
Bu nedenle Silivri yargıç ve savcılarının yargılamaları kinle yürüttükleri konusunda toplumda ve hukuk adamları arasındaki yargı giderek genişliyor.
Bu da toplumda hem adalete olan güveni sarsıyor, hem de Türkiye’yi hukuk devleti olma özelliğinden giderek koparıyor.
Bu yargılamalar büyük olasılıkla fiyaskoyla sonuçlanacak ama hukuk devleti çok ağır yara alacak. Bu hukukun çiğnendiği kapkara dönem de AKP iktidarının tarihsel sicine silinmemek üzere işlenecek.
7 kişiyle darbe
Önceki gün Silivri’den nasıl olduysa tahliye edilen bir sanığın serbest bırakıldığı andaki duygularıyla söylediği sözler ilginç:
“Sarıkamış’a gezmeye gittim. Halkı isyana teşvik ettiğim gerekçesiyle, terörist diye tutuklandım. Hiç suçum yokken 19 ay boşu boşuna yattım. Burası yangın yeri.”
Silivri zindanında tutuklu bulunan ve terörist olarak suçlananların çoğu aynı şekilde suçlarını bilmeden yatırılıyorlar.
Bedrettin Dalan’ın bir numaralı, Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in iki numaralı sanık olduğu toplam yedi sanıklı iddianamede akıl almaz suçlamalara yer veriliyor.
Dalan ve Çiçek hakkında “Türkiye cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek” iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor.
Dalan ve Çicek bunu kimle yapacak?
Topu topu 7 kişiyle... İnsaf!..
Tufan Türenç / Hürriyet
***
Cengiz Çandar’ın vicdanı:
Bir siyasi parti liderinin
burnuna atılan yumruğun sığmadığı ama ABD’nin Irak’a yaptığı saldırının sığdığı yer.
Ahmet Hakan / Hürriyet
***
Cambazın ipten düşüşü
Türk edebiyatını oluşturan temel direkler salonu boş bırakınca da haliyle epey cılız bir kahvaltı masası ortaya çıkıyor. Katılan gazetecilerin izlenimlerinden okuduğumuza göre sofra ve sunulanlar da epey zayıfmış: Böyle kadroya böyle mönü anlaşılan...
Katılanlardan oluşan cılız kadroda iki ’star yazar’ vardı...
Bunlardan biri zaten bu dönemin başlı başına bir “projesi” değil mi? Saçını tarayışından soyadına, hüzünlü bakışlarından kıyafetlerine, kitaplarındaki temalarına (Mevlana’dan Ermeni meselesine) kadar tasarlanmış, karar verilmiş, proje haline gelmiş biri... Onu sorgulamıyorum bile.
Ama listedeki isimlerden Ayşe Kulin dikkatimi çekti. O değil miydi daha kısa süre önce bu iktidarın en büyük zulümlerinden birini gören Türkan Saylan anısına kitap yazan?
Çantasını toplayıp saçını fönleterek koşa koşa kahvaltıya giden o oldu. İnsanın gerçek kimliği ve duruşu da böyle sınavlarda ortaya çıkıyor. Güneydoğu meselesinden “Vali”ye kadar, son olarak da “Türkan”a kadar rüzgârın yönünü kestirip satışa göre nokta atışı yapan iyi bir tüccar o. Ama bugüne kadar en azından belli “çevrenin” tüccarıydı. Bir dönemin Can Dündar’ı gibi servetini “laik duyarlılık” üzerinden yapmıştı. Demek ki tam da Can Dündar gibi her mahalleye göz kırpma niyetindeymiş.
“Ne olur ne olmaz, bu adamlar daha yıllarca başımızda” diye mi düşündü nedir? Vardır hiçbirimizin bilmediği bir hesabı; ne de olsa hesaplı yazarlık onun uzmanlık alanı.
Bu kahvaltı Ayşe Kulin’in başına gelen “Mustafa” filmi hadisesidir: Hep ipte gösteri yapmaya hevesli bir cambazın seyircilerin gözü önünde ipten düşüşüdür.
Oray Eğin / Akşam
***
İflah olmaz misyonerler
Bakıyorsunuz, güçler ayrılığı ilkesine karşı çıkan, yasamanın da yargının da yürütmenin emrine girmesine canla başla destek veren bir “yazar” köşelerde ve ekranlarda “demokrat aydın” ilan ediliyor. Çalışanların haklarını savunmaktan vazgeçtik, haklarını arayan çalışanları demokrasi düşmanı ilan edenlerin de bu kategoriye dahil edildiğini görüyorsunuz...
Onlar da “solcu aydın”... Kimileri iflah olmaz misyoner bunların. Bir dava güdüyorlar ve sonuna kadar da gitmeye kararlılar. Ama kimileri var ki, safsalak bir biçimde kendilerini kullandırıyorlar.
Gemi aydını
Dünkü Hürriyet’te Faruk Bildirici ile söyleşisinde Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Emine Ülker Tarhan, bunların akıbetini, şu veciz benzetmeyle anlatıyordu: “Demokrasiye gidiyor gibi gösterilen gemiye bir hevesle binen bazı aydınlar denizin ortasında gemiden atılabilirler, kanımca bunun farkında değiller.”
Tarhan bu kadar söylemiş, daha fazlasını söylemesine de gerek kalmamış zaten. Tarihten küçük bir not da biz ekleyelim: İran’da rejimi değiştirmek isteyen “aydınlar”, Humeyni rejimi için adeta yırtındılar. Çoğu zaman Humeyni’cilerden daha Humeyni’ci oldular. Humeyni’ciler başardılar. İran’ı Orta Çağ ülkesi haline getirdiler. Ama Orta Çağ sularına yelken açarken, gemiden önce kendilerine destek veren “aydınlar”ı attılar.
Hikmet Bila / Vatan
***
Sanatçı dediğin de, bir halk deyişiyle tarif edecek olursak, “Her hıyarım var diyene, tuz bende diye
koşmamalı!”
Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
***
Cumhuriyet’ten Balbay savunması
Mustafa Balbay’ın, Ankara Temsilciliği görevinden alınması üzerine Cumhuriyet ve “yeni” yayın politikası eleştiri odağına dönüşmüştü. Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız, “Cumhuriyet Balbay’sız, Balbay Cumhuriyet’siz Olmaz” başlıklı yazısında eleştirilerin “kafa karıştırmaya” yönelik olduğunu söyledi ve halen hastanede bulunan İlhan Selçuk’un “Birbirinizle iyi geçinin... ” mesajını iletti. Yazar Hikmet Çetinkaya da “Balbay Cumhuriyet’in Başının Tacıdır” diyerek, Ertuğrul Özkök’ü hedef aldı.
Dünkü Cumhuriyet’in en çarpıcı yorumu kuşkusuz Orhan Bursalı’ya aitti. Arkadaşlarının aksine, “Özkök’ün dile getirdiği düşünceleri, okurlar da tartışıyor” diyen Bursalı, Balbay’a hitap ettiği satırlarda, alınan karardan rahatsızlığını sezdirdi:
“Canını yakan süreç, bildiğin gibi, şirket yönetim kurulunun kararıdır. Bu süreçten, bana ve künyede adı olan Yayın Kurulu’nun üyelerine mektup yazacağının bildirilmesi üzerine haberdar edildim. Bu bir danışma değildi, alınan karar ve gerekçelerinin bildirilmesiydi. Bu konu tartışmaya açılabilseydi, daha uygun çözümler ortaya çıkabilirdi... Düşünüyorum da, keşke bu konu, mesela 5 ay önce, İlhan Ağabey’in içinde olacağı bir süreçle karara bağlansaydı!”
***
Fiilen prova mankeni olmuşuz
Başbakan pat diye söyledi..
Başkanlık sisteminin provasını yapıyormuşuz!.. Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmelerinin anlamı buymuş.. Prova!..
Şu an yürürlükte olan ne olduğu belli olmayan yapı için Cumhurbaşkanı vesayet rejimi diyordum.. Başbakan fiili yarı başkanlık sistemi dedi..
Resmi değil.. Fiili.. Doğru söyledi..
12 Eylül’le birlikte böyle bir fiiliyat doğdu. Cumhurbaşkanı’nı halk seçtiği gün resmileşecek.
Aslında Başbakan’ın istediği bu değil..
Yarı başkanlığı beğenmiyor..
Tam başkanlık istiyor!..
İleri demokrasi, ileri demokrasi diyenlerin, Türkiye demokratikleşiyor nutukları atanların anayasa değişikliğiyle Gül’ün, Evren’den daha fazla yetkiyle donatılıp, sorumsuz kılınmasının nedeni buymuş..
Hazırlık.. Prova!..
Mehmet Tezkan / Milliyet
***
35 saniyede 72 mermi
Habertürk, Samsun’da iki polisin şehit olduğu haberini verirken “Saldırıyı Reşadiye’de 7 askerimizi katleden terör grubunun düzenlediği düşünülüyor” demiş.
Bu kimin düşüncesi acaba; Amberin Zaman’ın mı?
Önceki geceden beri televizyon kanalları olayı Amberin’in “iyi terörist”i Murat Karayılan’a bağlı PKK’lılar ile TİKKO işbirliğine bağlıyor da...
Ondan soruyorum.
***
MİNİ YORUM
Yoksa Mozambikli miyim(!)
Osman Can, Hürriyet’te karısı hakkında çıkan haberin “Türk kadınlarına hakaret” olduğunu söylemiş. Bazen bir genellemenin parçası olarak bulabilir insan kendini. Şehit Anneleri “devlet kapısı”ndan yaka paça kovulurken, kendimi hakarete uğramış hissetmiştim mesela. Her Türk kadını “asker annesi” olma potansiyeline sahiptir çünkü. Ama Can olayı, Türk kadınındaki hangi potansiyeli tetikleyecek de, biz o haberi üstümüze alınacağız anlayamadım....