Şimdi biz bu Başbakan’a nasıl inanalım?
Birkaç konudan bahsedeceğim.
Birinci konu:
Ara sıra ortalıktan anîden kaybolmak zorunda kaldığım için sizlerden özür diliyorum. Sebebinin “sağlık” olduğunu zaten biliyorsunuz. Yazdığınız e-posta ve çektiğiniz mesajlara cevap veremediğim için de çok üzgünüm. Gerçekten takatim yok. Gelen telefonlar bile kimi zaman üç cümlelik konuşmayı yarıda kesmeye mecbur bırakıyor. Hepinize selâm ve saygılar sunuyorum. Karşılıklı dualaşalım, bu süreçte en faydalı olanı bu. Bu giriş satırları “karamsar” bir algılama oluşturabilir. Şuna da emin olun, moralim derece almış bir sporcunun moralinden daha yüksek. Üzerimdeki “olumsuzlukların” altın değerinde bir nimet olduğunun idrakindeyim. Daha doğrusu, böyle bir idrak ihsan edildi. Yoksa bizde bir özellik katiyen yok.
İkinci konu:
Sizlerden ayrı kaldığım süreçte beni en şaşırtan olay “MİT/PKK görüşmesinin” bant kayıtlarının ortalığa saçılması. Bildiğiniz şey. Hakan Fidan, Başbakan Erdoğan’ı temsilen PKK’nın üst düzey yöneticileri ile pazarlık yapıyor. Sırlar deşifre olunca Erdoğan, “Hakan Beyi biz görevlendirdik” itirafında bulunuyor. İşte bizim de “şaştığımız” nokta bu itiraf. Malûm, bu görüşmeleri MHP fark etmiş ve Başbakan’a “Böyle bir faaliyetiniz var, bu konuda Türk milletini aydınlatır mısınız?” mealinde sorular sormuştu. Başbakan Erdoğan da MHP’lilerin müfteriliklerinden girmiş, alçaklıklarından çıkmış, ağız dolusu hakaretler etmişti. Beni şaşırtan da işte bu haleti ruhiyedir. Bir insan bir gerçeği bile bile nasıl olur da böylesine inkâr edebilir? Hele bunu bir İmam Hatip mezunu nasıl yapar? Kendisinin, Allah (c.c.) ve meleklerinin bildiği bir hususta nasıl bu kadar cesaretle hakikatin hilafına haykırabilir?
Ve bu durumda biz halk olarak Sayın Başbakanımızın hangi sözünün doğru, hangi sözünün gerçeğin tam tersi olduğuna kanaat getirebiliriz? Tabii bir başka durum daha var ki o da “yandaş”ların ayna karşısındaki durumları. O gün bu görüşmeleri deşifre edenlere onlar da Erdoğan’la birlikte hakaret ettiler, “Reis”i alkışlayıp iddia sahiplerini yerden yere vurdular. Bugün hakikat ortaya çıktı, yüzleri bile kızarmadı. Şimdi Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in sözleri ile hadiseyi geçiştirmeye çalışıyorlar. Hükümet, “Türkiye gibi teröre muhatap olan ülkeler ne yaptı ise onu yapıyor” şemsiyesinin altına sığınıp alkışlamayı sürdürüyorlar. Velhasıl gerçekleri çarpıtma ve patlıcan dalkavukluğu bahsinde “Birlikte yürüyorlar” bu yollarda.
Çok üzülüyoruz çok!
Üçüncü konu:
Her gün bir mayın tuzağına düşerek şehit olan bir Mehmetçik haberi ile yüreklerimiz sızlıyor. En son Van’ın Başkale ilçesinde Piyade eri Hasan Hüseyin Oğuz’un şehit olduğu haberi ile sarsıldık.
Peki Mehmetçik mayına niye basıyor? Ordunun elindeki dedektörlerle PKK’nın döşediği mayınlar niye bulunamıyor? Bu soruların cevabını Mayın Uzmanı Ahmet Zengin mealen şöyle veriyor:
“Elinde beş kiloluk dedektörle mayın arayan Mehmetçiğin silahı, teçhizatı ile birlikte üzerindeki yük neredeyse 50 kilo kadar. Bu şartlar altında mayını görmek insan takatini aşan bir şey.”
Nitekim çoğu zaman da Sayın Zengin’in dediği gibi oluyor maalesef.
Gelelim Türkiye’nin “kronik” meselesine. Mayın Uzmanı Ahmet Zengin 200 gram ağırlığında bir mayın dedektörü üretmiş. Patentlerini almış ve başlamış bu buluşunun TSK’nın hizmetine sunulması için kapı kapı dolaşmaya. Gitmediğim üniversite, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı dahil çalmadığım kapı kalmadı. Hiç biri cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Bir “Şap Enstitüsüne başvurmadım” diye de kinaye ediyor ve diyor ki:
Yıllar sonra çaresiz kaldım. Ürettiğim mayın dedektörüne ilk talip olan İsrail oldu. Tabii vermedim, veremedim. Sonra Almanya talepte bulundu, ben de çaresiz olarak “Evet” demek durumunda kaldım.
Fazla söze hacet yok.
Başımıza ne geliyorsa müsebbibi yine bizden başkası değil.