Silivri izlenimlerini yazdı: “İçeri”yi gördükten sonra ̶
Silivri izlenimlerini yazdı: “İçeri”yi gördükten sonra “dışarı” daha zor geliyor
Salona girdiğimde dost ve düşman bakışları üzerimde hissediyorum.
Doğu Perinçek en öne oturmuş. Önünde Orland Figes’in Rus kültürel tarihini anlattığı kitabı “Nataşa’nın Dansı” var.
Prof. Mehmet Haberal çok zayıflamış. O da en önde, Hurşit Tolon’la yan yana...
Mustafa Balbay, hemen arkalarında... Gri takım elbise içinde, yanında gazeteleriyle gelmiş, sıkıldıkça onları okuyor.
Tuncay Özkan, her gün aynı tiyatroda rol almaktan, sonunu bildiği bir filme bakmaktan yorulmuş gibi en arkaya çekilmiş.
Veli Küçük, İbrahim Şahin, Kemal Kerinçsiz de arka sıralarda sessiz oturuyor.
(...)
Bunu siyasi bir dava olarak gördüğümü söyleyince üye hâkim “Bu kanaatiniz, sanıklar arasında dostlarınız olduğu için mi” dedi.
“Hayır, iddianameyi okuduğum için” cevabını verdim.
(...)
Soru sırası sanıklara gelince Balbay söz aldı.
“Sayın Dündar’la sadece dost değiliz, komşuyuz aynı zamanda” dedi.
“Sayın Balbay” ı doğruladım.
Mahkeme Başkanı Hüsnü Çalmuk, “Komşu, komşunun külüne de tanıklığına da muhtaçtır” dedi. Gülüştük.
(...)
Bir ara salon, küçük boncukların yere saçılmasıyla karıştı.
Bir tespih koptu zannettik. Meğer sanıklardan Fatma Sibel Yüksek ’in kolyesi kopup dağılmış.
Mahkeme Başkanı taneleri toplamak için “Ara verelim mi” diye sordu. Dursun Çiçek espriyi patlattı:
“Kadınları tutuklarsanız işte böyle olur.”
Salon kahkahaya boğuldu.
Bir sanık avukatı söz alıp “Genelde bizim duruşmalar gergin olur. Hiç böyle neşeli görmemiştik” dedi.
Benimse aklıma Attila İlhan’ın “Ağır Kan Kaybı” şiiri geldi.
“Kim neyi savundu bilinmez nereye kadar
Biz, yani Erdoğan, Ayşenur, Ali ve Ahmet
Başka bir yalnızlıkta boğulduk / havasızlıktan
Sanki bir tespih koptu tane tane savrulduk
Köy köy bucak bucak memleket memleket
Ne solculuğumuz solculuktu ne sağcılığımız
Karanlık bir kapı olup üstümüze kapandılar
Kimse bizi sevmedi/ağır kan kaybıyız.”
(...)
“Susurluk” ta kamuoyu suçu, suçluyu apaçık görmüştü.
Yargılanması için toplumsal talep vardı, siyasi irade yoktu.
“Ergenekon” da suç muğlak, suçlu belirsiz.
Yargılama için siyasi irade var, kamuoyu inancı yok.
İlgisiz isimler bir araya getirildikçe, tutukluluk cezaya döndükçe, yargılamalar uzayıp yıllar sürdükçe başka bir niyet okunuyor. Kamuoyu araştırmaları, davanın hakkaniyetle yürüdüğüne dair inancın eridiğini gösteriyor...
(...)
3. yargı paketinden sonra KCK’da tahliyeler oldu. Oda TV ve Balyoz’dan tahliye çıkmadı. Ergenekon’da tahliye taleplerinin 27 Temmuz’da karara bağlanacağı tahmin ediliyor.
Tahliye umudu var mı?
Benim var.
Başbakan, tam karar öncesi, milletvekili sanıklarla ilgili, yargılamayı etkileyecek bir demeç verdi. Mahkeme heyetini zorda bıraktı. Yine de umarım, herkesi çok yoran bu davada, vicdana ve hukuka sığmayan tutukluluk hali, son bulacaktır.
(...)
Bir kısmı dostum, bir kısmı hasmım olan sanıkları geride bırakarak ayrılıyorum Silivri’den...
İnsan dışarı çıktığında, özgürce aldığı nefese hem şükrediyor hem kahrediyor. Kesin olan şu ki; “içeri”yi gördükten sonra “dışarı”, daha zor geliyor.
Can Dündar / Milliyet
KEFALET!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, KCK’dan tutuklu Prof. Dr. Büşra Ersanlı için, “Büşra Ersanlı terörist olamaz. Kendisini tanırım. Böyle yaramazlıklar yapmaz” demişti.
Bu kefalet kabul edilmiş olmalı ki; dokuz aydır cezaevinde bulunan Büşra Hoca, bu sözlerin söylenmesinden sadece üç gün sonra mahkeme tarafından serbest bırakıldı.
Onun adına elbette sevindim...
Ya Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Tuncay Özkan, Soner Yalçın, Odatv yöneticisi Barışlar, İlker Başbuğ ve onlarca muvazzaf-emekli subay, rektör, hukukçu, siyasetçi...
Onların tahliyesi için de acaba Dışişleri Bakanı’nın kefil olması mı gerekiyor?
Mustafa Mutlu / Vatan
Hukuksuzluğun egemeni değişti
Gazetelere, ekranlara bakıyorum, hep bir deja vu (daha önce görmüşlük) duygusu.
Bunları çeyrek yüzyıl önce de yaşamıştım. Şimdi bir daha yaşıyorum.
Sonra da “Ne değişti ki” diye kendi kendime soruyorum.
Değişen tek şey o dönemin etiketi haki, sıfatı askeriydi, bu dönemin etiketi yeşil, sıfatı ise sivil. Kenan Evren’in en sevdiği şey, mahkemelerin bağımsız olduğunu söylemekti. Oysa kendisi de biliyordu, biz de biliyorduk, mahkemelerin üyeleri de velhasıl cümle âlem biliyordu ki, mahkemeler bağımsız falan değildi. Ama o bütün işlerini bağımlı mahkemelere gördürmeye bayılırdı.
Doğrusu talimatın nasıl gittiği de pek kimsenin meçhulü değildi. Öyle el altından haber göndermezdi. Gizliden gizliye dolaplar çevirmezdi.
Her şeyi harbi yapardı.
Çıkar halkın, kameraların önüne, açıkça nutuk atardı.
Hangi yaşamsal dava yaklaşmışsa onu baş konu yapar, görüşlerini sıralardı. Onun o konuşmaları “hâkimlere kanaat, savcılara talimat” niteliğindeydi.
Nutku dinle, mahkemenin sonucunu tahmin edip bekle yöntemiyle kestirirdik olayı.
Şimdi de görüntünün sivilleşmiş olmasının ötesinde değişen bir şey yok.
O zamanlar hukuksuzluğun egemeni askerdi, şimdi ise sivil. Tek fark bu!
Ali Sirmen / Cumhuriyet
1959, AB’ye girmek için başvurduk. (...) 2012, bırak el âlemin Avrupa’sına girmeyi, kendi Avrupa’mıza geçemiyoruz, yanlışlıkla Avrupa’mızdaysak, Anadolu’muza dönemiyoruz.
Yılmaz Özdil / Hürriyet
Ulus olmak ayrı, devlet olmak ayrı
“Avrupa Şampiyonası’nda sahaya çıkan futbolcuların ulusal marşlarına nasıl katıldıklarına dikkat ettiniz mi? Başta Buffon olmak üzere bütün İtalyan futbolcular yırtınarak ulusal marşlarını söylüyordu. İspanyollara gelince: Ne teknik ekip ne de futbolcular ulusal marşı söylüyordu. Mırıldanmıyorlardı bile. Sorun neydi? Tarih, İspanya vatandaşı yani İspanyalı’yı üretmiş ama İspanya ulusu yaratamamıştı.”
(...)
Gelelim Türkiye’ye...
Türkiye için “Mikro Osmanlı devleti” derler ya bu da doğru değil. Justin McCarthy’ye göre ( “Ölüm ve Sürgün” . Kitabın tamamı ve özellikle S.373) Osmanlı devleti bozguna uğraya uğraya yıkılırken Balkanlar’da 5,5 milyon şehit bırakmış ve Anadolu’ya 5 milyonu aşkın göçmen, “muhacir” göndermiştir. Buna Kafkas ve Kırım göçmenlerini, Yunanistan mübadillerini ekleyin. Bu insanlar Anavatan saydıkları topraklara gelmeden ve gelirken çoktan Türkleşmiş ve uluslaşmışlardı. İvo Andriç, Sırbistan’da Müslüman olana “Türk oldu!” dediklerini yazar.
Osmanlı, egemenliği döneminde “Türk’ün yüksek yönetici olması”na izin vermemiştir ama dilinin, toplumsal geleneklerinin ve kültürünün baskınlık kazanmasına engel ol(a)mamıştır.
Osmanlı’dan çıkacak ulus devletin ulusu vardı ama o ulus kendini henüz bilmiyordu, kuracağı devlet konusunda da hiçbir fikri yoktu. Cumhuriyet “Ulus Devlet” i kucağında buldu ya da ikisi birlikte doğdu. Ulus devletin oluşumunda herhangi bir zorlama ve yapaylık söz konusu değil. Tarihsel, coğrafi ve siyasal topludurum (konjonktür) Anadolu’da bir Türk ulus devletinin oluşumuna el verdi, kolaylaştırdı, dahası bunu zorunlu kıldı.
(...)
Osmanlı’nın resmi dili ve Anadolu’nun “lingua franca” sı Kürtçe olsaydı; Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oynadığı rolü Kürtler oynasaydı, Anadolu’daki devletin adı Kürdiye olurdu. Ülkenin nüfusunun yarından fazlasını oluşturan “muhacirler”, toprağın ve ülkenin adı Türkiye olduğu için güvenerek geldi buraya.
Tarihin bellek defterinde yer almak suç değildir ve kimse kendine önceden yer ayırtamaz. Defterde yerin yoksa, bulduğun yere oturursun
Özdemir İnce / Aydınlık
Meclis Başkanı Cemil Çiçek, “Bugünkü Anayasa’dan geri gideceksek yenisini niye yapalım?” diyor akıllı ve tecrübeli bir devlet adamı olarak.
Milliyet’teki açıklamasına bir resmi konulmuş; “Basın hürdür, sansür edilemez” yazan bir pankart taşıyor.
Basının halini bilenler kim bilir ne kadar gülmüşlerdir!
Çünkü Türkiye’de basın hür değildir ve bal gibi de sansür edilmektedir. Başbakan, siyasi dehasını ilk olarak bu alanda kanıtlamıştır!
Güngör Mengi / Vatan
Hepsi Asılmış Durumdadır!
“Yıl 1215... Magna Carta Libertatum der ki;
“38. Madde: Bundan böyle hiçbir hâkim, herhangi bir kimseyi, ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez...
“40. Madde: Hakkı veya adaleti geciktirmeyeceğiz. Kimseye satmayacağız, kimseyi bunlardan men etmeyeceğiz.”
Ve hukukçuların dileği: “Dileriz ki 2012 yılı 796 yıl öncesinden daha adil olsun.”
Düşünüyorum da bizim Silivri hukuku uygulayıcılarını kim yarattı? Bunlar nerelerde yetiştiler, yetiştirildiler? Nasıl bir hukuk, insan hakları öğretisi aldılar? Hukukun ruhunu, yasaların özünü uygulamama gibi bir vicdanı nasıl edindiler? Hukuku siyasete peşkeş çekmeyi kabul ederek kendilerini birer kurşun asker konumuna düşürmeyi nasıl kabul ediyorlar?
Bugün Silivri yargılamalarının durumunu geçmişe götürürseniz, sahte belgelerle, uyduruk tanıklarla, kanun-delil tanımaz kişilerle, ancak Ortaçağ engizisyonlarına veya geçmişteki ihtilal mahkemeleri yargılamalarına varırsınız.
Ortaçağa denk düşen hukuk anlayışı ve uygulaması olarak aslında yargılananların hepsi idam edilmiş durumdadır!
İdam kalktığı ve henüz muhalefet var olduğu için hiçbirini sehpaya götüremiyorlar ama aslında hepsini asmış durumdalar!
İktidar (ve cemaat) hukukunun içine bakmak isteyenler varsa, cemaatle cilveleşen CHP’lilere ve mürekkep yalamışlara, “olayların ardındaki gerçek”i anımsatmak istedim...
Orhan Bursalı / Cumhuriyet
Anayasa’nın akıbeti
Anayasa Uzlaşma Komisyonu tatile girdi... Tatilden sonra ne olacak? Diyelim ki komisyon tüm maddelerde anlaşmaya vardı. Taslak Genel Kurul’a geldi.
Peki bu taslağın Meclis’ten aynen geçmesi garanti mi?
O garantinin çöktüğünü söyleyebiliriz.
Bilindiği gibi ön anlaşma gereği 4 parti temsilcisinin onayını almayan hiçbir konu komisyondan geçmiyor. Aynı şekilde Anayasa Komisyonu ve Genel Kurul’da dört partinin onayını almayan hiçbir değişikliğin yapılamayacağı konusunda da ön anlaşma mevcut. Geçenlerde komisyon üyeleri Başbakan’ı ziyaret ettiğinde CHP’li üye Atilla Kart kendisine soruyor:
- Geçenlerde 12 Eylül 2010 referandumunda yapılan değişiklikler bizim kırmızı çizgilerimizdir, onlara dokundurtmayız, dediniz. Bu durum bizde, komisyonumuzdan çıkacak taslağın Anayasa Komisyonu veya Genel Kurul’da partinizin vereceği değişiklik önergeleriyle değiştirilebileceği kuşkusunu doğurmuştur, ne dersiniz?
Başbakan’ın soruya yanıtı şu oluyor:
- Biz Meclis’in iradesine müdahale edemeyiz...
Bu yanıt ne anlama geliyor?
Komisyon’da istediğiniz kadar mutabakat sağlayın, biz Genel Kurul’da istediğimiz değişiklikleri yaparız...
Başbakan, Anayasa Komisyonu’nun çalışmaya başlarken saptadığı temel ilkeyi tanımıyor. Anayasa’yı Genel Kurul’da istediği gibi biçimleyeceğini açıklıyor... Bu durumda 4 partili Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun “yeni anayasa dört parti tarafından hazırlandı” süsünü vermek dışında ne gibi bir işlevi oluyor?
Kemal Kılıçdaroğlu AKP’ye böyle bir katkı sunmakta acaba nasıl bir yarar görüyor? Figüran olmak gibi bir zevkleri mi var?
Melih Aşık / Milliyet
Yeni Cumhurbaşkanı’nı dış politika belirleyecek
Genelde insanların parti seçiminde ideolojik kriterleri ve inançları ön plana çıkardığı söylense de bunun arka planında asıl gerekçe saklıdır. O da ülkenin Dünya üzerindeki yeri ve izleyeceği dış politikadır. Mesela ülkemizdeki darbelerin hepsinin arka planında dünya üzerindeki yerimiz hakkındaki görüş ayrılığı vardır.
(...)
Önümüzdeki seçimler ülkemizi yeniden tarif edecektir. Bugün Türkiye genel dengede ABD ve Rusya ile ihtilafa düşmemeye çalışmaktadır. Bölgesel politikalar büyük modelin bir parçası olduğu için bu politikamızı da tahmin edebiliriz. MHP, AK Parti’yi ABD’nin peşinde gördüğü için bu ülkenin bölgedeki politikalarını destekleyen AK Parti’yi şiddetle eleştirmektedir. Önümüzdeki günlerde Başbakan’ın Rusya’ya seyahati çok önemlidir ve anlaşmaya varılması ihtimali yüksektir. Önümüzdeki dönemi belirleyecek olan en önemli etken dünya üzerindeki konumumuz olacaktır.
Mahir Kaynak / Star