Sevr’in taşeronları
1920’lerde planlarına Ankara hükümetini dahil edemeyen emperyalistler Özal’la başlayan dönemin sonunda iktidarın da onayıyla, Amerikan destekli “Kürt devleti”nin sınırlarını Türkiye’ye kadar genişletmeye çalışıyorlar.
Sevr Antlaşması’nda “Kürdistan” kurdurulması iki ana maddede ele alınır ve iki aşamalıdır.
Birinci aşama “yerel özerklik”tir ve antlaşmanın 62. maddesinde anlamını bulur. Bu maddeye göre, Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin “yerel özerkliği”ni belirleme yetkisi, antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde, İstanbul’da toplanacak İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyona bırakılır.
Fırat Haber Ajansı’na göre, son Demokratik Toplum Kongresi’nce yayımlanan bildiride gündeme getirilen “demokratik özerklik” tanımı tam da bu Sevr’deki “yerel özerklik” ile bire bir örtüşüyor:
“Demokratik özerklik, Türk devletinin Kürtler üzerinde inkâr ve imha politikası temelinde kurduğu siyasi statüyü reddederek kendi özgürlük ve demokrasisini yaşadığı yeni bir statüye kavuşmayı ifade etmektedir. Demokratik özerklik, Kürdistan toplumunu siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklinde 8 boyutlu örgütleyerek siyasi irade yapıp Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir.”
***
Sevr’deki ikinci aşama, bağımsız büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır ve antlaşmanın 64. maddesinde hükme bağlanır. Buna göre, Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyindeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurur, konsey de bu nüfusun bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varıp onlara bağımsızlık tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi yükümlenecektir.
“Yerel özerklik” sonrası, dillendirilmeyen ve Sevr’de yer alan bölgedeki bağımsız (emperyalizmin oyunlarıyla kurulan ülke ne kadar bağımsız olacaksa) büyük Kürdistan aşaması da yine Fırat Haber Ajansı’nın haberine göre, son Demokratik Toplum Kongresi bildirgesinde şöyle tanımlanıyor:
“Demokratik özerklik, Türkiye’den başlayarak İran, Suriye ve Irak başta olmak üzere Kürtlerin devletlerle ilişkisinde yeni bir dönem başlatacaktır. Bu büyük sorun demokratik özerklik anlayışıyla çözüldüğünde bölgedeki tüm sorunlar bir çözüme kavuşacaktır.”
Diyeceğimiz şu: Demokratik özerklik filan, ayrılmanın, Sevr’in üstü süslenmiş utangaç ifadesidir.
Uğur Mumcu yazmıştı
Uğur Mumcu, öldürümünden yaklaşık bir ay önce yazmış “Taşeron” başlıklı yazısını.
Çekiç Güç, ülke savunmasının bir bölümünü taşerona ver-mek anlamına geldiğini söylüyor: “Çekiç Güç, Kuzey Irak’ta oluşan ’Kürt Federe Devleti’nin kurulup gelişmesini sağlıyor. Bu gelişme Kürtler açısından, Sevr Antlaşması’nın uygulanması anlamına da geliyor. Aynı oyun yine sahnededir: ABD Ortadoğu’yu gün geçtikçe egemenliği altına alıyor.
Oyunda bir tek değişiklik var. 1920’lerde emperyalizmin bu planına Ankara hükümeti karşı çıkmıştı. Bugün bu oyun An-kara’nın da desteği ile oynanıyor! Körfez Savaşı sırasında Özal tarafından çizilen siyaset, Demirel ve İnönü tarafından uygulanıyor. Kuzey Irak’ta ABD destekli Kürt Devleti kuruldu. Türkiye, bu Kürt Devleti’nin kuruluşuna destek oldu.”
Uğur Mumcu’nun yazısından tam 17 yıl sonra, sıra, bu kez CHP’de gerçekleştirilen dönüşümle devleti kurmuş partinin tepkilerinin büyük ölçüde yumuşatıldığı bir dönemde AKP’nin de onayı ile ABD destekli Kürt devletinin sınırlarını Türkiye’ye kadar genişletmeye gelmiştir.
Işık Kansu / Cumhuriyet
+++
Doğduğu yere kadar
kovalamaya gerek kalmadı
Ergun Babahan’ı “hukukun verdiği tüm imkânları kullanarak, doğduğu yere kadar kovalayacağını” ilan eden Oktay Ekşi, açtığı iki ayrı tazminat davasını da kazandı. Babahan bir televizyon programında, Ekşi’nin Kurucu Meclis üyeliğini “darbenin meclisinde bulunmak” olarak nitelemiş, gazetedeki köşesinde ise Ekşi için “Kullanışlı gazeteci”, “bunamış, pırasa bıyıklı adam” gibi ifadeler kullanmıştı. Şişli 2. Asliye Mahkemesi Babahan’ın Ekşi’ye toplam 10 TL tazminat ödemesine karar verdi. Medyatava’nın haberine göre kararı değerlendiren Ekşi “Neyse ki İzmir’e kadar kovalamaya ihtiyaç kalmadı. Kovalamaca Şişli Adliyesinde bitti” dedi.
+++
Bu nasıl itiraf?
İlkesiz misin
NTV’de yayınlanan Yazı İşeri’nde Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtlayan Fehmi Koru, şu ana kadar herhangi bir patron veya patron temsilcisinden “gel bizde yaz” teklifi almadığını belirtmiş. Hey gidi haftada, bir gazete için çift kimlikle 11 makale, bir başka gazete için iki İngilizce yazı yazan, bir tv kanalı için haftada bir, bir başka tv kanalı için iki haftada bir ve bir başka tv kanalı için her akşam program yapan Fehmi Koru hey; Sen böyle “ne iş olsa yaparım abi” hallerine düşecek adam mıydın! Muhtemel patron adaylarını ürkütmemek için olsa gerek şöyle sürdürüyor sözlerini: “Benim kırmızı çizgilerim yok. Herhangi bir yerde yazabilirim. Büyük veya küçük olmasının bir önemi yok.” Ne demek “kırmızı çizgilerim” yok? Ahmet Altan gibi misin mesela; hiç mi sınırın yok? Oysa bırak bir gazetecinin mesleki ilkelerini, önce “insan” olarak bir takım kırmızı çizgilerimiz yok mudur; Vicdani çizgiler mesela... Ahlaki çizgiler... Hani şu “omurga” olarak kavramsallaştırdığımız niteliği besleyen duyarlılıklar, olmazsa olmazlar, tavır, duruş!.. Bu neyin itirafı böyle; İlkesizliğin mi Fehmi Koru? En azından bir şeyi; bir ABD Büyükelçisi ile “yazar kellesi pazarlığı yapmak” iddialarıyla muhatap olmanın sebebini anlamış olduk: Kırmızı çizgisizlik! Anlamadığım “hakkımdaki iddialar doğru değil” deyip sitem edişi gazetesine... İyi de “hiçbir kırmızı çizgisi olmayan” birine kim kefil olabilir Allah aşkına? Hem madem hakkındaki iddialar doğru değil buyur kanıtla o zaman. Aylardır, yüzlerce insanları, tıkıldıkları zindanlarda “suçsuzluklarını ispatlamaya” zorlayan senin medyan değil miydi; şimdi kime, niye, ne hakla sitem ediyorsun ki! Aklan da gel!
***
Bu arada belli ki bu süreç ruh halini de olumsuz etkilemiş Koru’nun. Belli ki psikolojisi alt üst olmuş. Baksanıza, hala nazının aşık usandırdığını da kabullenememiş gibi değil mi: “Herhalde ayrıldım, herhalde dememin sebebi kendim ayrılmak için herhangi bir talepte bulunmadım, istifamı sunmadım. Fiili olarak böyle bir durum var, künyede yayın danışmanı sıfatını taşıyordum, o çıkartıldığına göre herhalde ilişkim bitmiş demektir.”
***
Koru’yla ilgili bende psikolojik hasar şüphesi uyandıran bir başka işaret de “birinci çoğul şahıs” kipleri. “Ayrıldık”, “temasımız olması”... Böyle konuşuyor Koru. Taha Kıvanç’a bürünme işini fazla ciddiye aldı galiba. Dünyadan Fehmi Koru’ya; Yok öyle biri. Sen teksin. Teksin derken yanlış anlama bulunmadık Hint kumaşı anlamında demiyorum ama; birinci tekil şahıssın sen! Tabi bizim bilmediğimiz, perde arkasında geniş bir ekibi barındıran bir projenin adı değilse
Fehmi Koru!
+++
Abdullah Gül Diyarbakır’a gidiyormuş. Bazıları bu gezinin “resmi bir ziyaret” sayılması için ne düşler kuruyorlardır kim bilir...
Haldun Ertem
+++
Bir zamanlar “İslamcılar” vardı!
“Radikal İslamcılar” vardı... “Kürt İslamcılar” vardı... “Osmanlıcılar” vardı... “Mealciler” vardı... “Yazıcı Nurcular” vardı... “Okuyucu Nurcular” vardı... “Fethullah Hocacılar” vardı... “Tarikatçılar” vardı... “Tarikat düşmanları” vardı... “Şia’ya yakın duranlar” vardı... “Particiler” vardı... “Sezai Beyciler” vardı... “İrancılar” vardı... “Afgancılar” vardı... “Birlik Vakfı çevresi” vardı... “Enteller” bile vardı. Var oğlu vardı yani... Kıyasıya mücadele ederlerdi birbirleriyle. Bin fikir çatışır, bin çiçek açardı.
Peki bugün ne oldu bu İslamcılara?
Hepsi “hükümetçi” oldu... Hepsi “Tayyip Erdoğancı” oldu... Hepsi “istikrarcı” oldu... Hepsi “sağcı” oldu... Hepsi “ılımlı” oldu... Hepsi “muhafazakâr” oldu... Hepsi “ağırbaşlı” oldu... Hepsi “merkez” oldu... Hepsi “ketum” oldu... Hepsi “Ahmet Davutoğlucu” oldu... Hepsi “birlik ve beraberlikçi” oldu... Hepsi “Yeni Osmanlıcı” oldu...
Liberallerle omuz omuza
Ve artık... Yanlarına aldıkları liberallerle birlikte “biricik iktidar” için savaşıyorlar.
Kendilerinden olan iktidarın en kabul edilmez çıkışlarını bile canla başla savunuyorlar.
Kendilerinden olan rektörün despotik çıkışını görmezden geliyorlar. Kendilerinden olmayanların yaptıkları aykırı çıkışlar karşısında “tahammül sınırımız zorlanıyor” diyorlar.
Kendilerinden olmayanları gammazlıyorlar.
Kendilerinden olmayan siyasilere her taraftan laf çakmayı “büyük mücadele” sanıyorlar.
Kendilerinden olmayanların yaptıkları gösterilerde polisten yana çıkıyorlar.
Kısacası... İslamcılar arasında...
“Birlik ve beraberlik” sağlandı... “İhtilaf” sona erdi... “İsyan” bastırıldı... Ama hepsinden önemlisi... Bütün bunların yanı sıra “adalet duygusu” ve “vicdan terazisi” de sizlere ömür oldu. Allah rahmet eylesin.
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
O başlığı asıl şimdi atsanıza...
Kıyamet koptu geçen hafta medyada:
“32 yıl önceki katillerin çocukları Kahramanmaraş’ta barış için yürüyen Alevi Bektaşi Federasyonu üyelerini linç edecekti!..”
“Tanıklar” sütun sütun yazdı yaşadıklarını:
“Katliamdan döndük...”
Provokatif bir grubun -şükür ki- olay çatışmaya dönmeden önlenen sözlü-sloganlı- tahriğe dönük saldırısı üzerine “dehşet senaryosu” yazanlar iki sütuna beş santim gördüler Başakşehir’de bulunan Karacaören Kültür ve Dayanışma Derneği Cemevi’ne yapılan taşlı, sopalı, molotoflu saldırıyı...
“Gergin gece” demekle yetindiler...
Alevilere Türk kimliğini, Cumhuriyet’e aidiyeti, öz vatanında öz be öz kanıyla renklendirdiği bayrağını dalgalandırmayı, zorbalıkla yasaklamaya kalkışmanın adı “gerilim”di...
Poşulu şehir eşkıyalarının, şehre inen terörsitlerin “gergin bir anı”na denk gelmişti sadece...
O başlık dünkü gazetelerin manşetlerini süslemeliydi bence:
32 yıl önceki katillerin çocukları iş başında!
Türklerin, devletleri ile arasına “kan davası” sokmak istiyorlar bir kere daha!
Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde “maskeli milliyetçilik” yapacak kadar acizleştirilemediğine göre Atatürk nesli; “kar maskelerinin, poşuların gerisindeki”ni siz tahmin edin...
Alevilerin Türk olmasından, Türkmen olmasından, Alevilerin Türk bayrağından -bir kez daha görüldü ki- canları pahasına vazgeçmeyecek oluşundan, Alevilerin Atatürk sevdasından, Türk Milliyetçileri rahatsızlık duymaz herhalde...
+++
Şeytanın gör dediği
Yeniçağ okurlarından Nihal Tabak neredeyse ajanstan bile erken geçti
haberi:
“Seymen yürüyüşüyü iptal!”
Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Meclis Başkanının ve diğerlerinin mesaiye gidişlerinde dahi yolların kapatıldığı Ankara’da yaşayan biri olarak Valiliğin “Halk yolların kapanmasından rahatsızlık duyuyor” gerekçesi hiç inandırıcı gelmemiş Tabak’a.
Tabak gibi CHP Kırklareli milletvekili Turgut Dibek
de soruyor “neden” diye...
Şeytanın gör
dediği;
Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra sadece üç defa ve son olarak “Mustafa Kemal’in reisliğini” ve kuracağı “Cumhuriyet”i müjdelemek için uygulanan bir “Oğuz töresi” olduğu için olabilir mi?
Aynı gün yapılması planlanan
Atatürk Koşusu da iptal edilmedi mi sonuçta?
+++
MİNİ YORUM
“Suçlusunuz” yerine “suçluyuz”
Üç çocuk annesi Ayşe Paşalı adlı kadının boşandığı eşi tarafından öldürülmesinden sonra bir basın açıklaması yayınlayan KADER, Başbakan’ı, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan’ı, Adalet Bakanı’nı, tüm diğer siyasetçileri, hakimleri, emniyet görevlilerini, aile büyüklerini sıralayarak “Hepiniz suçlusunuz” diyor. Ya “mutluluğun resmi”ni hep “aile”nin dışında bir adreste gösteren basın; o niye yok bu listede?