Serhattan mektup geldi
Yeniçağ yazarları oradan bakınca “taaa Türkiye’nin bir ucunda” gözükebilir. Ama burada, bir yanımıza Ermenistan’ı bir yanımıza Anadolu’yu aldığımız bu yerde kendimize, varlık nedenimize, aynı anda dünümüze ve yarınımıza o kadar yakınız ki...
Kars’tayız...
Dağ çayırlarını gezemeyeceğiz... Kardelen ve düğün çiçeklerinin izini süremeyeceğiz... Saza, balabana, tara, tuluma kulak verip diz vurup “Naz Eyleme” diyemeyeceğiz... Aras’ın akışına bırakamayacağız beynimizin yüklerini...
Kars’tayız...
Karalamalardan bıktığımız için değil... “Dalgalı” bir şehirden kaçtığımız için değil... Hedef tahtasının “12” si olup, 13’ün uğursuzluğu ile komşu olmak ürküttüğünden değil... Sataşmacı gazetecilikten gına geldiği için hiç değil...
Kars’tayız, çünkü bize serhattan mektup geldi;
Karnı deşilen bir Azeri kadının gözyaşları akmıştı üzerine. On yedi yıl boyunca kurur diye bekledik, ama çığlık çığlığa bağıran kelimeler her gün biraz daha yaklaştı birbirine. Gözünün içine kadar sokmadan okunmaz, dilini bilmeden, tercümeden anlaşılmaz oldu.
Bize serhattan mektup geldi;
Bir ucu yanıktı. Belli ki, Gaflan’da diri diri yakılan küçük bir çocuk cebinde saklamıştı. Ceset yığınının arasında “insanlık” arayan biri bulur diye umut etmişti. Elimize aldık, külleri savruldu kapkara bir vicdanın...
Bize serhattan mektup geldi;
Bir sürü rakam vardı üzerinde. 1992. 25-26 Şubat. 366. Alay. 613 kişi. 83 çocuk, 106 kadın, 7 yaşlı. 487 ağır yaralı. 1275 rehin. 150 kayıp. Baktım, pulun üzerinde “Hocalı” mührü var. Haritadan silmişler ama bildim ben; gönlümün coğrafyasında “acının anavatanı” Hocalı.
Bize serhattan mektup geldi;
Otuz metreydi boyu. İki bin metrekarelik alana oturtulan otuz beş metre genişliğindeki “İnsanlık Anıtı” nın boyunca. Ermenistan’a göstermek isterken kendini, gölgelediği Türk’ün, Kürt’ün, Azeri’nin, Terekeme’nin, Türkmen’nin, Çerkez’in adı vardı üzerinde...
Bize serhattan mektup geldi;
Sünni ile Şii birlikte göndermişlerdi dualarını.
Bize serhattan mektup geldi;
Biraz delil, biraz belge, biraz bilgi, biraz cephane, biraz darbe tadında... Yüzümüze fırlattıklarıyla öğrenirken sarsıldık. Yalpaladık bir süre. Sağa sola savrulduk.
“Ben gördüm” diyordu tarihin itirafçısı:
Bu kapının açıldığı gün oradaydım. Sultan Alparslan’ın anahtarını kaybedince torunları, kilidi ben değiştirdim. Çilingirsiz açılır hale getirdim. Bir “maymuncuk” a bıraktım işini. Beyaz, siyah, füme rengi fark etmez...
Enver Paşa’yı gördüm, İslam Ordusunu. Yüzüm düştü.
Mondros’u imzaladım. Pişmanım.
Bak gör nasıl kapandım sonra. Akıllandım. Kimi gün yıkarcasına yumrukladılar kapımı. Acı acı çaldı zillerim. Açmadım. Çıkarlarımı “rehin vermemek” için “kim o” bile demedim. Kardeşimmiş. Ata evinden hayır olmadığını görünce, sokağın başına yanaşan fiyakalı bir arabaya binmiş. Hem ağlamış, hem gitmiş. “Komşularım” söyledi.
Mahallemize laf söz gelmesinden rahatsız olmasınlar, “imza toplayıp” beni yanlarından uzaklaştırmasınlar diye “komşularım” dan özür diledim. Onların evlerinden gelen “pis kokuların” lafını bile etmeden hem de.
Bir gün gazetelerin üçüncü sayfalarında bir haber gördüm. Bir tecavüz haberi. Gencecik bir bedenin parçalanmış görüntüleri. Bir kolu “tanınmaz” hale gelmiş.
Boşluğa diktiği gözlerindeki sitemden tanıdım:
Kardeşimdi...
Kars’tayız biz şimdi. Serhatta ayrılan iki kardeşi bulmaya geldik.
Bir kardeşin diğerinin suratına çarptığı kapının yedek anahtarını getirdik...
Pis kokuların geldiği “komşular” a aralanan kapının “laçka” olmuş kilidini değiştirmeye...
Bir kardeşin “tanınmaz” hale gelen “karabağ” lamış koluna kanadına merhem sürmeye geldik.
Kars’tayız; yedi düvelin iftiralarına geçit vermemek için Kars kalesi gibi yükseliyoruz...
Sınırın diğer tarafı...
Bu kadar dublörün arasında, kendi repliğimizi, kendi sesimizle haykırmaya geldik...
Sovyetler Birliği’nin arka arkaya deprem ve onun yarattığı ekonomik sıkıntı ile mücadele ettiği 1988 yılında, Azerbaycan’a ait olan Karabağ bölgesinde yaşayan Ermeniler ayaklanırlar. Bölgede hızla artan Ermeni nüfusunun ’hak iddia ederek’ burada ’ayrı bir Cumhuriyet’ilan etmeye kalkması Ruslar’ın Kafkas politikasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 1990 yılında Sovyet ordusundan bağımsız bir yapısı bulunan Yeni Ermenistan ordusu kurulur. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki çatışmalar artık bir savaşın eşiğine gelmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine bağımsızlığını ilan eden devletler arasında Ermenistan da vardır. 23 Ağustos 1991’de bağımsızlığını ilan eden Ermenistan daha önce bir ayaklanmanın yaşandığı Dağlık Karabağ ile bu yeni devlet arasındaki Laçin koridorunu işgal ederek, Azerbaycan topraklarına fiili olarak uzanmış olur.
Ermenilerin işgal ettiği Karabağ Kür ve Aras ırmakları ile Gökçe gölü arasındaki toprakları kapsar. Dağlık bir bölge olan Karabağ’ın en önemli özelliği Azerbaycan, Ermenistan ve İran’ı “kontrol noktası” olmasıdır.
Bu kontrol noktasını işgal eden Ermenistan, 1992 yılında Rus Ordusu’nun da desteğini alarak yaşadığımız çağın en korkunç katliamlarından birine imzasını atar.
Bir gecede Azerbaycan’ın Hocalı kasabası bir “açık hava soykırım müzesi” ne dönüşür.
Rus askerlerin desteğini alan Ermeniler genç ihtiyar, kadın, çocuk dinlemeden yüzlerce soydaşımızı eşi görülmemiş işkence yöntemlerini kullanarak, vahşice öldürür. Olaylara şahit olan kimi Ermeni gazeteciler yaşananları ancak “insanlıklarından utanarak” aktarabileceklerdir.
Azerbaycan’ın Ermenistan’a uyguladığı ekonomik ambargoya 1993 yılından itibaren Türkiye de katılır. Türkiye Ermenistan ile bürokratik ilişkilerini de keser.
Bütün dünyanın gözleri önünde yapılan bu Türk soykırımı hiçbir uluslararası kurumda anılmazken, Ermeni diasporasının bölgedeki güç dengelerini kontrolünde tutmaya çabalayan sömürgeci batılı devletlerdeki faaliyetleri ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin boynuna “soykırımcı” yaftası asılır.
Kanıtsız ve tanıksız bu suçlamayı sahiplenen sözde aydınlar “nobellendirilir” , “fonlandırılır” özetle zaafları doğrultusunda ihya edilir...
Karşılığında kendilerinden beklenen hizmeti vererek, “füme renkli emperyalist” Obama’yı Meclis’te ayakta alkışlayacak kadar mandacı bir siyasal ortam, dünyanın yeni sömürgecisini “idol” olarak benimseyecek kadar milli reflekslerini kaybetmiş insan yığınları dizayn ederler.
Nitekim Obama Türkiye’ye gelir, egemenliğin sahibi olan Türk milletinin vekilleri önünde “katil” olduğumuzu söyler ve kestiği cezayı açıklar:
Ermenistan sınırını açın!
Yoksa...
Yoksa tıpkı 21 ülke ve kendisine bağlı 42 eyalet gibi Amerikan senatosu da “Soykırım yasası”nı geçirecektir...
Şimdi Türkiye’ye dayatılan sınır jestinin doğru okunuşu, bir milli davadan daha vazgeçmektir. ABD’nin kırmızı çizgileri uğruna, kendi soydaşlarının kanlarıyla çizilmiş kırmızı çizgilerinden vazgeçmektir...
Bugün medya, köşelerinden ‘ekonomik sıkıntı yaşayan Ermeniler adına Cumhurbaşkanı’ndan sınırın açılmasını talep eden açık mektuplar’ yazan CIA gelinlerine, Obama’nın kervanına katılan ’emperyalizm Taraf’larına, uğradıkları baskı sonucu, kasalarının güvenliğini sağlayana kadar ‘gazeteciliğe’ ara veren işadamı zihniyetli yayın yönetmenlerine, karanlık ve garip ilişkiler ağı içinde konjonktürle olarak değişen güç odaklarına dublaj yapmayı tercih eden, kendi sesini nicedir duymadığımız kalemşörlere emanet olduğundan, siz 1994’te imzalanan ateşkese rağmen Ermenistan’ın neden Karabağ’dan çekilmediğinin sorgulandığını okuyamazsınız. Hocalı şehitlerinin anıldığını, Hocalı soykırımının dünyaya anlatan romanlar yazıldığını, filmler çekildiğini, lobi faaliyetine girişildiğini göremezsiniz...
Evet sahne şimdilik onların. Ve küresel bir oyunun figüranı olarak gururla başlarını öne eğecekler perde kapanırken...
Ama “izleyici” koltuklarında oturanlar sahnedekilerden daha fazla... Hem sayıca, hem yürekçe... Ve onlar günlerdir yaptıkları açıklamalarla, koydukları tavırla kimi vekillerinin düştüğü hatayı tekrarlamayacaklarını, bu oyuna seyirci kalıp, bitiminde ayakta alkışlamayacaklarını gösteriyorlar. Salon yavaş yavaş boşalıyor. Sahnedekiler kendileri çalıp kendileri oynarken, bu millet rolünü tarihi senaryosuna göre oynamaya soyunuyor.
Kars’tayız...
Küresel olanın değil ama bu “sınırlı” oyunun figüranı da, sesçisi de, ışıkçısı da olmaya hazır birer nefer olmak için buradayız.
Bu kadar dublörün arasında, kendi repliğimizi, kendi sesimizle haykırmaya geldik...
Kars’tayız...
Serhat’tan Ermenistan’a “Karabağ’dan çekilmeden boş hayallere kapılma” demeye, Azerbaycan’a ve Hocalı şehitlerine kardeş selamı göndermeye ve Anadolu’nun vicdan kapılarını açmaya geldik...
MİNİ YORUM
Otlu peynir yemeye gelmedik
Yola çıkmadan önce günlük işlerimizi, görüşmelerimizi yeniden düzenlememiz gerekti. Ertelememiz gereken işlerin muhataplarına “Kars’a gideceğimizi” bildirdik. Diğer yazarlarımızı bilmiyorum. Ama ben birkaç kişiden “Hayır? Ne işin var Kars’ta?” sorusunu duydum. “Sınır” ve “tavır”, “politika” ve “duruş” elbette “egemenlik” yerini “taviz jesti” ne bırakırken Kars sınırı herkeste anında karşılığını bulmalıydı... Gündemin böylesine karartılmış olduğuyla milyonuncu kere de yüzleşsem yaralayıcı oldu. Neden geldiğimizi yazdım bugün. Ama telefonda soranlara söyleyemedim. Kendileri bilsinler bulsunlar istedim. Cevabı kırptım: Kars’tayız ve otlu peynir yemeye gelmedik.