Sen önce helal lokma ye...
Türkler’in “tarikatçılığı” Müslüman olmaları ile eşzamanlıdır desek abartmış olmayız. Tarikat olgusu ile tanışmamız kitlesel olarak Müslümanlaşmamızdan kısa süre sonra başladı ve bu durum tarihi serüvenimizi doğrudan etkiledi.
Günümüzde bir takım çevrelerin fırsat buldukça iddia ettiği gibi “sufi” geleneği öyle “miskin” bir gelenek değildi. Fuat Köprülü merhumun deyimiyle “Türk sufiliği” üzerindeki tek bilgisi Yunus’un “Miskin Yunus” sözü veya Mevlana’nın “hümanizması” olan vasat Türk entelektüeli için “miskin” tanımlaması bu kıt entelektüel mütebahhire açısından normal bir sonuçtur; çünkü tam anlamıyla Türk tarihi için önemli bir “fenomen” olan tarikat olgusunu anlama gayreti ve niyeti yoktur.
Tarikatlar Türk coğrafyasında hiç “miskin” davranmamış, menfi veya müspet manada belirleyici bir unsur olmuştur. 13. yy Anadolu tarihini anlatan kitaplardan da görüleceği gibi Anadolu o dönemde Yesevi dergahından akın akın gelen Horasan Erenleri vasıtasıyla heyecanlı bir dönüşümün eşiğindedir. Anadolu’yu müthiş bir sufi dalgası sarmıştır.
Anadolu’ya yerleşmenin ilk yıllarında Yesevi müridlerinin, Osmanlı’da Şeyh Edebalı vasıtası ile Ahiliğin, Yeniçeri ocağında Bektaşiliğin, Osmanlı bürokrasisinde Mevleviliğin, İlmiye sınıfında Nakşiliğin ve nihayet halk arasında Kadiriliğin büyük etkisi vardı.
Osmanlı’da dinin devletin gelişmesinde belirleyici bir unsur olması ve yeni fethedilen yerlerde sufi dervişleri vasıtasıyla yayılması, tarikatların devlet içerisinde güçlü bir şekilde var olmasını sağladı. Burada kimi zaman problemler çıksa da şu nüans dikkat çekmektedir; tarikatlar devletle birlikte lakin devletin dışındadır. Sufi Şeyhleri Osmanlı devlet adamına “memur” değil bir nevi “danışman” olmuşlardır.
Bu “danışman” ilişkisi ast-üst ilişkisine dönüştüğü noktada problem başladı. Enteresandır, devletin gelişim çağlarında tarikatlar da altın çağını yaşamışlar; Devletin gerileyip, kurumların kokuşmaya başlamasıyla beraber onlar da sıkıntılar yaşamaya başlamışlardır. Bu dönemi karakterize eden Meşayih-i Rüsum (tayinle atanan şeyhler) gibi uygulamalar sufi kültüre büyük darbeler vurmuştur.
Cumhuriyet her ne kadar kendini bu “kültür” dışında daha “laik” bir alanda farz etse bile, şeklen inkar ettiği lakin genetik olarak Osmanlı’dan “tevarüs” ettiği “dini kontrol” etme alışkanlığını yürütmüştür. Bunu yaparken ikili bir sistem kurmuş, resmi dini kurumları (cami) devlet eliyle, gayriresmi kurumları ise siyasiler aracılığı ile kontrol etmeye çalışmıştır.
Tek parti döneminde devletin hışmına uğrayıp kapatılan tekkeler ve hâlâ “resmen” faaliyet gösteremeyen tarikatlar sivil-askeri bürokrasi içinde varlığını devam ettirdi. Yeni kurulan devletin “laik” bürokratları “kamu” daki tarikatı yok etmek için mücadele ederken içlerindeki “tarikat”ı yok edememiştir. Bunun en güzel örneği Hasan Âli Yücel’dir. Hakeza Fevzi Çakmak da benzer bir kaderi paylaşmıştır.
Osmanlıyı kuran ve geliştiren Sufi dervişlerinin “devletle birlikte lakin devletin dışında” ölçüsünün kaybedilmesi hem devlete hem de tarikatlara zarar vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Bugün adına “Cemaat-hükümet” kavgası dediğimiz kavganın kodlarında da bu var.
Bu hastalıklı ilişkiden tarikat ve camaatleri oy deposu olarak gören politikacılar kadar, devlete “akıl” olmaktansa yönetmeyi “hırs” edinen “Şeyhler” ve “hoca efendiler” de mesûldur.
Son kavga, siyaset/cemaat/tarikat ilişkisinin dayandığı zemini gözler önüne sermesi açısından zihin açıcı olmuştur. Dinin “enstrüman” olarak kullanıldığı bu ilişkide grup çıkarları her şeyin üzerine çıkmıştır. Çıkarların zedelendiği noktada ise kavga kaçınılmaz olmuştur.
Türkiye’deki tarikat/cemaat kaosunun bir kozmoza dönüşmesi herkesin “ekmeğine bakması” ve “akla” kavuşması ile gerçekleşecektir kanaatindeyim.
Süfyan-ı Servi, kendisine cemaatin en önünde, birinci safta namaz kılmanın değerini soran bir kişiye şöyle demiş:
- Sen önce ekmeğini nereden temin ettiğine bak, helal lokma kazan ve ye, ondan sonra da istediğin yerde namaz kıl!
Hepimiz için hayatın ölçüsü ve bu hayatta izleyeceğimiz “tarik” böyle bir şey olsa gerek...