Sektörel Kürtçülük

Soros fonları kullanılarak bir ’ihtiyaç’ yaratıldı, politikacılar, sanatçılar, sözde aydınlara tüketime sunulacak “mamül” siparişi verildi. Şimdi ise sızabildikleri her mecrada, adını “Kürt sorunu” koydukları o markayı pazarlıyorlar


Mehmet Altan Mardin’de ölen 44 kişiden biri olan İmam Hacı Kazım Ozan’ın internetteki yazıları ndan örnekler aktardı. “24 yaşındaki farklı imam”ın yazdıkları özetle şöyle:
“Kürtlerle hayatı ‘paylaşarak’ yaşamaya hazır değiliz. Mesele, Kürtlüğünü bilmeden sevdiğimiz bir Kürt’le sorun yaşamamamız değil, Kürtlüğünü bilerek ve onu paylaşarak birlikte yaşamayı öğrenebilmek.”
Kimbilir kaç bin yıldır, aynı havayı soluğuduğumuz, aynı sokağı, aynı sofrayı, aynı tarihi ve ülküyü yani aynı hayatı paylaştığımız Kürtlerle “paylaşarak yaşamaya hazır değilmişiz”. İşte bunun bir “sorun” olarak tartışılması için emperyalist sistem ‘Kürtlerin Kürtlüklerini bilmesi’ gerektiğine karar vermiş. Bu işi yapacak olanlar, anlıyoruz ki daha başından Kürtleri “kendini bilmez” hakaretinin muhatabı yapmış. Anlıyoruz ki, onların akıl, şuur ve iradesine zerre saygı beslememiş.
Üretim-tüketim döngüsü
Nasıl bir tesadüf ise kapitalizmin yasalarına uygun gelişiyor ‘Kürtlere kürtlüklerini bildirme işi’. Önce bir ihtiyaç yaratılıyor; binyıllardır “onsuz yaşayan toplum” bir anda “ona sahip olmazsam” kaygısının dışa vurulduğu cinnet halini yaşar hale geliyor. Sonra o cinneti bastırmak için ’uyuşturucu’ yani ihtiyacı giderici “mamül”ler üretiliyor. Hızla. Her seferinde yeni bir özellik eklenerek ve bağımlılık alanı genişletilerek...
‘Kürt Enstitüleri’ kuruluyor. Paris’te, Brüksel’de, Berlin, Washington, Stockholm, Tahran, İstanbul’da... Mesela ‘Türkiye’nin mozaik olduğu’ tezini savunanlar Paris Kürt Enstitüsü ve Başkanı Kendal Nezan’ın yayınlarını kaynak gösteriyorlar yıllardır. Veya Le Monde gibi gazetelerde ilan edilen sözde aydın bildirileri bu merkezlerde kaleme alınıyor. “Sivil toplum kuruluşu, araştırma merkezi, strateji merkezi, vakıf, dernek gibi statülerde faaliyet gösteren kurumların en dikkat çeken yanı finansmanları.
Kürt araştırmaları yapan şirketler AB fonları ve Soros vakıflarınca destekleniyor. Buralardan sadece nakdi değil, ayni yardım da alınıyor. Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye ayağı TESEV’in, “tüketici”nin “Kürt Sorunu”nun hissedebilmesi için gösterdiği çaba eşsiz mesela...
‘Sorun’ pazarı yarattılar
Özenle üretilen “Kürt sorunu”, kokusu çıkıp iştah kabartmaya başlayınca servis edilmek üzere sözde aydın veya PKK tanımıyla “akil adamlar”a devrediliyor. Onlar da makbuz karşılığı yazıkları yazılar, verdikleri konferanslar, ortaya attıkları açılımlarla hedef kitleye “kim olduğunu, ne düşünüp, be beklemesigerektiği”ni öğretiyor/dayatıyorlar.
Ceylan derisi koltuklara oturunca veya AB salonlarında kürsüye çıkarılınca kendilerini ‘oyunun önemli aktörleri’ zannetseler de, öz de ‘piyon’luktan ileri gidemeyen, dolayısıyla üretim sürecine dahil edilmeleri söz konusu olmayan ‘siyasi’ler de ‘arzuları körükleme’ yani pazarlama işinin ucundan tutuyorlar.
Kürtlerin Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Paşa olabildiği bir ülkede “kürtlere siyaset yolunu açma” gibi sanal bir mücadele alanı yaratıyorlar.
Bu emekleri ‘topluma mal etme’ aşamasında, düşünme kabiliyeti törpülenen toplumlardaki gibi televizyon, müzik, sinema; popüler kültür ürünleri devreye sokuluyor. Okula gidemeyen kızlar, kendi toprağında köle olmuş köylüler, biri dağa, biri asker ocağına yollanan aynı evin çocukları, İstanbullu aşiret gelinleri, Romeo ağaların hikayelerinden neon ışıklı tabelalara asılan filmler yapılıyor, eşkıyayı canlandıranlar kırmızı halı üzerinde poz veriyor, kürt kökenli olmayı sermaye yapan insanlar dev gösterilerden servet kazanıyor...
Vahşi sistemin metası
Çarpıcı olan, bütün bunlar olup biterken, trilyonların döndüğü sektörlerin pazar payları genişletilerek sözüm ona ihtiyaçları giderilen kürtlerin, toprak ağalarının, din ağalarının, eroin ağalarının kölesi olmaya devam ediyor olmaları... Demek ki yoksul köylerde insanlar açken, ceylan derileri üzerinde makara-kukara açlık grevi yapmak, demek ki Güneydoğulu aileler evlatlarını teröre kurban verirken ütopik filmler çekmek, demek ki on üç yaşında çocuklar kocaman, yabancı ve korkutucu adamların koynuna atılırken otel restorantlarında “Güldünya” şarkıları söylemek Kürtlerin ihtiyaçlarını karşılamıyor... Demek ki onlar bu sistemde “tüketici” dahi yapılmamışlar.
Onlar; Tıpkı ‘ezilen halkların kahramanı’ sayılan Che Guevera’nın emperyalist şirketlerin en çok satan taraftar ürününe dönüştürülmesi gibi... Tıpkı “Darağacında üç fidan” olarak sembolize edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın, “neye koysak satıyo abi” mantığıyla birer “poster figürü” yapılması gibi... Tıpkı Nazım Hikmet’in karlı bir kazınç kapısına dönüşümü gibi... Tıpkı emperyalizmle mücadeleyi esas alan 68 kuşağının ilanlarının dün yine bir kere daha “Amerikan Başkanı’nın kervanında”ki Taraf’a verilmesi gibi... Dünün “İslamcılar”ın, daha öncesinin “devrimciler”inin kaderi tekerrür ediyor. “Kürtler” sistemin birlikte yaşama alışkanlığımızla mücadelede kullandığı, geri dönüşü garanti bir ticari / siyasi / kültürel metaya dönüştürülüyor.


“Kürt Sorunu”na katkıda bulunan Güneşi Beklerken filminin yönetmeni Yeşim Ustaoğlu Euroimages tarafından fonlandı

TESEV destekli Diyarbakır Sanat Merkezi’nde bölgenin çocukları kendi gerçeklerinden uzaklaştırılıyor


++++++

RTÜK şantaj incelemesi başlattı
Samanyolu televizyonunun, pazar günü düzenlenecek “Cumhuriyet mitingi”nin “Ergenekon mitingi” olduğu ve mitinge katılanların görüntülerinin tespit edileceği yönündeki yayınları, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu tarafından incelemeye alındı.
CHP’li RTÜK üyesi Şaban Sevinç, “O yayın hakkında uzmanlarımız inceleme yapıyor. Rapor hazırlayıp Kurul’a gönderecekler” dedi. Ankara Emniyet Müdürlüğü yetkilileri ise, “Bu demokratik bir haktır. Miting, bu demokratik hak doğrultusunda yapılacak. Şu ana kadar bize verilmiş bir talimat yok. Ancak, mitingde suç unsuru oluşması halinde daha sonradan savcılıktan gelecek talimata göre işlem yapılabilir” dedi.
* Mithat Yurdakul / Milliyet

13 Mayıs 2009 tarihli yayınımızda söz konusu haberin tehditkar ifadeler içerdiğine ve toplumda korku ve paniğe neden olduğuna dikkat çekmiştik. RTÜK’ün “suç”a bakışını inceleme sonrası vereceği karar gösterecek.


++++++

Aynı sistem
Yenişafak’ın çiftkimlikli yazarı, tehditler savurdu. Milliyet gazetesinin Ali Bulaç” ı manşetine taşıyarak... Oktay Ekşi’nin de Doğan Grubuna her gün 800 bin gazete dağıttırarak büyük paralar kazanmasını sağlayan gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ile “medya etiği” tartışmasına girmeye cüret ederek patronunun batmasına neden olacağını iddia eden Kıvanç’ın, Cumhuriyet Mitingi’ne katılacakların terörist diye fişleneceğini öne süren televizyon kanalından ne farkı var.
Ne demek, bizi eleştirirseniz para kaybedersiniz? Bu da tehdit değil mi?

++++++

KÜPÜNÜ DOLDURUYOR
“Koru’dan utanıyorum”
İçinde bulunduğum meslek adına Fehmi Koru’dan utanç duyuyorum. Aklı sıra ekonomiden sorumlu Babacan’a göndermeler yaparak... ‘Ali Babacan arkadaşım; söylersem kötü olur ha!’ havalarına girerek... Şirketleri korkutarak oralardan yeni işler elde etmeye çalıştığı düşüncesine kapılıyorum. Belli ki kendisinde; ‘Bende olağanüstü bir yetenek ve güç var!’ gibi hayali bir saplantı oluşmasına yol açmış. Bunu da küpünü doldurma yolunda kullanıyor.
* Rıza Zelyut / Güneş


++++++

İneklerin kaşınma mevsimi
İneğin köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip kırması nedeniyle bakanlık bir müfettiş gönderdi. Ben en çok müfettişi düşünüyorum. Ne diyecek ineğe?..
İneğin sahibi, Malatya Yeşilyurt İlçesi Kadiruşağı Köyü’nden Gül Kılınç ise “Ceza verirler mi?” diye korktu ve ineği başka köye sürgün ettiler. Eeee cezası var tabii
Bu biraz da ineğe bağlı... Ben öbür ineklerden biliyorum; bunlar kimi zaman gidip gidip Atatürk’ün üzerinde durduğu kaidelere sürtünürler. Biz buna “kaşınma” diyoruz.
Birisi şöyle demişti: “Taşın önünde sap
gibi duruyorlar...”
“Hiç inek konuşur mu?” diyeceksiniz.
Müfettiş gönderdiklerine göre demek ki
konuşanı var...
Durup dururken niye böyle
demişti inek?..
Çünkü kaşınmıştı...
İnekler her zaman kaşınmazlar. Diyelim ki mevsim uygun değilse, hava elvermiyorsa, kendilerini güvende ve garantide hissetmiyorlarsa, ortamı uygun görmüyorlarsa kaşınmazlar... Biz buna da “kaşınmayan inek” diyoruz.
Ama bu mevsim uygun... Hava müsait, süreç işliyor, şartlar yerinde, kaşınmak ineğe itibar getiriyor, cumhuriyetin kaideleri savunmasız... İnek yerinde duramıyor... Ve kaşınıyor... Sen git Atatürk’e sürtün... İneğe laf da anlatamazsınız.
Ona deseniz ki: “Bak bu ülke Ortadoğu’nun yüz akı... Emsalleri hala sürünürken neredeyse bir asır önce çağdaşlığa, demokrasiye özgürlüğe adım attı... Bu çala çala, sata sata bitmeyen ekonominin, bu eğitimin, bu sosyal hayatın, bu hukukun, bu güçlü ordunun, bu ulusal politikaların temeli taa o zaman kuruldu... Bunu yapan insandır Atatürk... Sen kaşındıkça gidip gidip ona sürtünüyorsan, ineklik yapıyorsun...” Deseniz anlamaz...
İnektir...
* Bekir Coşkun / Hürriyet


++++++

Karanlık bir medya resmi
Ergenekon adı verilen soruşturma, Ümraniye’de bulunan bir sandık bombayla başlar...
O bombaların sahibi olduğu iddia edilen Ergenekon davasının tutuklu sanığı Oktay Yıldırım, önceki günkü duruşmada çok çarpıcı bir CD izlettirdi mahkeme heyetine... Örneğin soruşturma henüz Ergenekon adını almamışken bir polis Ergenekon’dan söz ediyordu. Bir başkası tutanağı bilgisayarda yazan arkadaşını, “Adam diyecek ki çatıya bilgisayar mı çıkardın?” diye uyarıyordu. Böylece tutanağın bombaların bulunduğu
bildirilen evdeki çatı katında değil daha önce karakolda tutulduğu izlenimi doğuyordu. Nitekim karakoldaki tutanakta saat 19.40, evdeki tutanakta 20.30 olarak kaydedilmişti.
Her gün Ergenekon soruşturmasıyla ilgili sayfalarca haber üreten ve yargısız infazda bulunan yandaş basın, Sabah ve Taraf dahil, bu kritik habere tek satır yer vermedi... Olay, basının bu kanadının tek bir merkezden yönetildiği kuşkusunu doğuruyor.
* Melih Aşık / Milliyet

Medyada merkezi sistemi benimseyenlerin, siyasette eyaletçiliği savunması çelişki
değil mi?


++++++

Tarihi fırsat ne?
Adam senden yana. Gazete çıkartıyor. Gece-gündüz yazıyor. Neredeyse yarı-resmi yayın organı gibi keskin tavırlar alıp, kendisi gibi düşünmeyenleri; “Ulusalcı-Kemalist- Milliyetçi- Ergenekoncu” diye yaftalıyor. Abdullah Öcalan, PKK militanlarının Türk Ordusu’nun askeriyle temasa gelmeyecek noktalara çekilmesini sağlamak için bazı koşullar bulunduğunu bu yazara iletiyor. Böylesine çok yakın kabul edilmiş, kalemi keskin, etkisi yüksek, edebiyatı kuvvetli, babadan-dededen aydın bir yazarın“PKK silahı bıraksın, barış gelsin, çocuklar, bebeler ölmesin” önerisine bile “ana-avrat küfürler” yağıyor.
Silahı bırakacaklar. Ankara’da ise Meclis’teki DTP milletvekilleri, “Seçimlerde Iğdır’ı da aldık, böylece Kürdistan’ın haritasının sınırları netleşti” söylemini geri alacaklar,“Tek devlet-tek millet-tek bayrak” olarak ifade edilen “bölünmez bütünlük” ilkesini; “iki devlet, iki millet, iki bayrak”a dönüştürme niyetlerini ifade etmekten vazgeçecekler. Ve nihayet daha üç gün önce dile getirilen “Kosova tipi çözüm” isteme ya da “Türkiye’nin Kürt vatandaşlarını azınlık statüsüne sokarak ayrılıkçılığı kurumsallaştıran” isteklerini olmayacak hayal diye bir kenara koyacaklar. Bunlar mı olacak?
* Necati Doğru / Vatan


++++++

MİNİ YORUM
Bedavadan isim koymayız

Yer isimleri meselesinin de kapitalist mantık” dışında değerlendirilememesi gerekiyor. Kürtçesi, Rumcası, Ermenicesi olsun talepleri var! Derdiniz “orjinallik” ise o zaman toplayın bir arkeologlar heyeti; mesela mezolitik çağlarda neyle sembolize edilmiş o yerler inceleyin veya okunan en eski yazılı metinlerde nasıl geçiyor bakın o isimleri koyun! Olmaz değil mi? Çünkü alıcısı yok. Çünkü Friglerle, İyonyalıları çatıştırma şansınız yok. Çünkü o zaman kavga yok...

Yazarın Diğer Yazıları